Röportaj: Hande Özdilim Yıldırım ve Dolunay May
D.M.: Serginizden ve kurgusundan biraz bahsedebilir misiniz?
Y.T.: Resimlerimin içerisinde, kadrajda yer alan, var olan biçimler sürekli yenileniyorlar. Bunun yanı sıra bir yandan da hiçbir zaman terk edemediğim ifadeci gibi görünen biçimlerim var. Kuşkusuz bu süreçte renkte devreye giriyor, renkte önemli oluyor benim için. Aslında tüm sergilerimde olduğu gibi bu sergimde de ben çok samimiyim, yani çok içten davranmak istiyorum hatta içten geliyor her şey. Bugüne değin hesapsız kitapsız, kasılmadan, rahat sergiler yaptım. Mine Sanat Galerisi’ndeki son sergimin de böyle olmasını istiyorum. Ben birey olarak neysem sergide adeta onun göstergesi olacaktır.
Fotoğraf: Ufuk Ülker
D.M.: Bu serginizde yer alacak çalışmalarda, plastik düzlemde gözle görülür bir sertlik söz konusu. Plastik unsurlar dışında politik veya siyasi bağlamda da sert bir söylemden bahsedebilir miyiz?
Y.T.: Öğrenciliğimden başlayıp bugüne kadar gelen süreçte, çoğu zaman tarif ettiğiniz sertlikte politik bir duruş sergiledim. Benim şimdiye kadar yaptığım duvar resimlerinde olsun, ondan sonraki süreçlerde olsun, hem içerik olarak hem de biçimsel olarak net ve sert duruşum içeriğin iyice olgunlaşmasına yaradı. Burada da içten içe düşündüğümüz zaman sizin de dediğiniz gibi belki de toplumsal durumun son bir yansıması da oluyor bu resimlerde. Bir çeşit ben varım ama ben böyle bir toplumda yaşıyorum, bunun yansımaları da olabilir. Ben resimlerimde soyut düşünüyorum, aslında soyut düşünmek istediğim için de öyle oluyor. Hiçbir zaman illüstre etmek istemiyorum, hikaye anlatmak istemiyorum. Zaten yaşamda hikayenin kendisi olup bitiyor. Ben bu hikâyenin ötesindeki gerçekliği, sanatsal yorumumla anlatmaya, ifade etmeye çalışıyorum. Bahsettiğim gibi kavramsal sanat ile bağlantı kurduğum yıllar 70’li yıllardı. 70’li yıllarda fotogerçekçi resimle tanıştım. Aynı dönemde dünyada kavramsal sanat da alabildiğine popüler olmuştu. Herkes kavramsal sanattan etkilenmişti. İzlediğim yayınlarda onunla ilgili görseller görüyordum, bazı kitaplarda bir şeyler okuyordum, kavramsal öğeler benim resimlerime de yansıdı. Hiperrealist anlayışta resim yapmayı bıraktıktan sonra hatta yaparken de zaten benim savım şuydu: Ben ayda bir tane, dört ayda bir tane resim yapacak insan değilim. Ressamlar fotogerçekçi ya da hiperrealist ressamlar vakti zamanında yapılacak en önemli resimleri yapmışlardı. Benim bir kez daha yapılan şeylerin üzerinden gitmem, kopyacılıktan öte anlam taşımaz diye düşündüm. O yüzden terk etmiştim. Bu yaklaşım bana özgün bir tavır gibi gelmedi. Benim kendimi bulmam lazım, ben kimim diye arayışa geçtim. O dönem kafamı meşgul eden bu düşünceler, benim için çok değerlidir. Gerçekten realist resmi iyi ki de bırakmışım. O döneme ait gerçekten iyi resimlerim vardır. Kendi çapımda fotogerçekçilik ile toplumsal gerçekçiliği birleştirip farklı bir biçimde resimler yapmaya çaba göstermiştim. Ülkemizde ki politik kavgaları, öğrenci olaylarını fotogerçekçi yöntemle ortaya çıkartıyordum. Bu dönemlerden başlayarak 80’li yıllara geldiğimiz zaman zaten 12 Eylül olmuş insanlar hapislere tıkılmıştı, işkenceler almış başını gitmiş ve dolayısıyla biraz korkaklık, biraz içine sinme, herkesin uzaklara gitmesi, insanlarda psikolojik travmalar yaratmıştı. O aşamada işte insan kendiliğinden sanatın özü olan plastik öğelerin araştırmasına, bunların iyice kavranmasına, bu konuda örnekler verilmesine doğru yönleniyor. Bende işte bunları yaptım. Her resimde bir kere kavram vardır, her resimde plastik öğeler vardır, her sanat eserinde kimi zaman birisi öne çıkar kimisi arkada kalır ya da tam tersi olur, böyle devam eder. O yüzden işte benim bu düşünce tarzım aslında değişmedi. Beni iyi takip ettiğiniz zaman varyasyon resmi, çeşitleme resmi yapmadığımı fark edersiniz. Bakıyorsunuz sanatçı akademide öğrenci, ne yapıyorsa halen onun en iyisini yapıyor doğal olarak. Birincisi eli kuvvetlidir o yüzden ressam olmuştur, ikincisi bir şeyi yapa yapa o konuda ustalaşmıştır. Aynı şeyin açığı, koyusu, ortası, vs. Onları eleştirmek adına söylemiyorum, sadece değerlendirmek açısından söylüyorum. Ben de o hiçbir zaman olmadı. Ben bu tür anlayıştan hep sıkıldım yani hiçbir zaman varyasyon resmi yapmadım ama benim sahip olduğum biçimler vardı. Onları ben kendi kendim yarattım. Çok mutluyum doğrusu ve onlar benim bir çeşit oyuncularım, o oyuncularla beraber bugüne kadar geliyorum. Birbirini takip eden işler yapıyorum, değiştiriyorum renksiz oluyorum, renkli oluyorum. Aynen insanın dünyası gibi kimi zaman karamsar oluyorsunuz griler, siyahlar; kimi zaman renk oluyor yani değişkenlik gösteriyor kimi zamanda, ara tonlarda oluşan resimler oluyor. Bunlar benim dünyamı besliyorlar.
D.M.: Sadece plastik anlamda değil, kavram bağlamında da soyut düşünüyorum diyorsunuz. Sanatın kimi yaklaşımlarında, kavramsal sanat ile pentür farklı kategoriler olarak ayrıştırılır. Soyut düşünen bir sanatçı olarak, söz konusu yaklaşıma katılır mısınız?
Y.T.: Ben aslında, geçen yüzyılın büyük ustası Picasso’nun bir lafı vardır: Her zaman unutmadan söylemek isterim onu, öğrencilerime de her zaman aktarırım, benim için önemli bir sözdür. Birtakım insanlardan söz alarak ilerlemek benim pek hoşuma gitmez. Çünkü bu bir anlamda tapınma ya da buyurgan üslupla ilerlemek gibi algılanabiliyor. Picasso diyor ki, soyut ya da somut resim diye bir ayrım yoktur, zaten sanatın özü soyuttur. Bence bu çok önemli bir saptamadır. Sen mekanı soyut olarak tasarlamazsan eğer öyle hayal etmezsen başarısız olursun. Ancak onu soyut olarak gördüğünüz zaman resimdeki biçimleri, renkleri hep soyut olarak tasarladığın zaman resmin özünü görebilirsin, demek istiyor. Bu çok hoşuma giden bir tanımlamadır. Ben kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Benim kendi kendime yaptığım şeylere yaşadığım şehir, yani İstanbul yansıyor. İstanbul kültür varlıklarının tümünü biliyorum, kitapları takip ediyorum, dünya sanatını takip ediyorum, ne olup bitiyor diye. Yalnız sanat düşüncesinde bir şeyin takip edilmesinden, bir şeyin izinden gidilmesinden çok rahatsız olmak gerekiyor. Doğrusu bende bundan çekinirim; yani birine benziyor, şunu çağrıştırıyor denmesinden alabildiğine rahatsız olurum. Bir sanatın, sanatçının kökleri olması gerekir. Köksüz sanat olamaz. Ben şunları yapıyorum, dediğim zaman benim köklerimin o yapıtta bulunması gerekir. Ben de bulurum ama birini taklit etmek, birine göre resim yapıyor olmak, birine göre sanat yapıyor olmak, benim için en kötü en olumsuz şeydir. Ondan uzaklaşmaya çaba gösteriyoruz. Elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum. Özgün olmak gerekiyor, ne kadar özgün olabilirseniz o kadar varsınız. Zaten belirgin sanat biçimlerinden kaçıp bugüne gelişiminde gerekçesi bu, bir şeye sıkı sıkıya bağlı kalmak bir şeyin bayraktarlığını yapmak istemiyorum. Ben de olan, kötü de olsa, Yusuf Taktak’ın içindeki resmi yapmak istiyorum. Başarılı olsam da olur, olmazsam da olmam, bu kadar basit. Hiç bu konuda zorlamaya gerek yok bence… Yani o kadar rahat olmak istiyorum, çocuk duyarlılığı ile resmetmek istiyorum. Tuval yaptığım için de çok mutluyum çünkü tuvalde bir şeyler yaratıyorum. Adeta çamur gibi fonlar buluyorum, formlar yaratıyorum. Bundan hoşlanıyorum. Son dönem yaptığım resimlerde kullandığım yatay ve dikey çizgiler elbette dünya sanatında da var ama bu çizgileri buldum diye inanır mısınız çok sevinçliyim. Bundan bir şey çıkacak, çok eminim. Benim resimlerimde kullandığım dikili taşlar, benim diyorum çünkü onları benimsedim ben, Sultanahmet Meydanı’na çok gittim. Dikilitaşların tarihini, nişan taşlarını araştırdım. Kendi resmimin içinde eritmeye çalıştım. Bisiklet de keza onun gibi bir şey. Üçgenden dikilitaşa gidişte öyle oldu. Çadır üçgene ve dikilitaşa doğru vardı. Doğu Ergin’in güzel bir tanımlaması var, benim resimlerimi gördükten sonra bunlar dikilitaş değil, uygarlık taşlardır, hocam dedi. Zaten dikilitaşlarda uygarlıkların simgesi değil mi? Her uygarlık kendine özgü bir takım taşlar dikiyor. Ben de işte zaman diliminde İstanbul’da sanatsal yaşamını sürdüren bir kişi olarak kendime ait dikilitaşlar oluşturmaya çalışıyorum, bir şeyler yazmaya, çizmeye çalışıyorum.
İsimsiz, 2015, tuval üzerine akrilik, 89x116cm
H.Ö.: Siz resimlerinizde bisiklet, dikilitaş, üçgen gibi bir takım simgeler kullanıyorsunuz, bunların birbiriyle bir ilişkisi var mı?
Y.T.: Olmaz mı? Çok var. O yüzden birbirini takip eden biçimde geldiler. Doğrusu çok mutluyum. Mesela ben akademideki öğrencilik yıllarında o delikanlılığın verdiği heyecanla elbette motosikleti sevecektim. O yıllarda hep hayalim, motosikletime sevgilimi alıp bir yerlere gitmekti. Neden sonra ağır ağır Türkiye’de yaşadığımın farkına varmaya başladım, ayaklarım yere bastı. Motosikleti terk edip, bisiklete dönmem aslında ayaklarımın yere basması Türkiye’de yaşadığımın ayrımına varmamla gerçekleşti. Sonra çocukluğumdan beri sahip olamadığım bisikleti hem nostaljik bir form olarak hem de insanın yaşamını simgeleyen bir form olarak resimlerimde kullanmaya başladım. Hayatta daha önce de sözünü ettiğim gibi hep ileri gitmek zorundasınız. İnsan yaşamı gibi bisikletle giderken de geri vites geri dönüş yok. Hep ileri gidiyorsunuz ve takatiniz yettiği sürece de gideceksiniz. Bisiklet aynı zamanda hareketi simgeliyor. Bunun yanında bisikletin formunda üç tane üçgen var. Çadırda üçgen formundadır. Bunu ilk fark ettiğim zaman çok heyecanlandım. Sonra bisiklet ile resimde simgesel olarak hareketi vurgulamak istiyordum. Aynı zamanda çadırdan çağrışım ile kullandığım üçgende hep yukarı doğru bir hareket etkisi vardır.
H.Ö.: Aslında obeliskte de yukarı doğru bir hareket var. Bununla ilişkilendirebilir miyiz?
Y.T.: Evet. Üçgende oradan kaynaklı, obeliskte… Sultanahmet Meydanındaki boşluğu çok seviyorum. Ondan sonra orada boşluktan fırlayan bir formdur dikilitaş formu, obelisk üzerindeki hiyeroglifler çok önemlidir. Ben işlerimde kendi yazılarımı yazmaya başladım. Zaten yazı kullanıyordum, yazı karakterini kullanıyordum. O bakımdan da dikilitaşlar benim sanatımı çok etkilemiştir.
H.Ö.: Bisikletin, obeliskin, üçgen formunun sizde çağrıştırdığı anlamlar var. Bunun üzerine kurguluyorsunuz resimlerinizi veya diğer işlerinizi. Peki bunu izleyenler ne şekilde algılıyor ya da alımlıyor ve size bununla ilgili geri dönüşler oldu mu? Özetle, yapıtlarınızın üretim sürecinde düşünmediğiniz ama izleyicilerin sizinle paylaştığı farklı çağrışımlar, fikirler oldu mu?
Y.T.: Olmuştur. Genellikle, biraz faydacı bir yöntemle karşılaşıyoruz. Yani gelen eleştiriler sözüm meclisten dışarı ama dinlemiyor, üç aşağı beş yukarı benzer şeyler söyleniyor, yine aynı şeyler naklediliyor. Tek tük bazı yerlerden yorumlar oldu yani bir yerlere dayandırmak, psikolojik boyutlarıyla araştırmak gibi. Mesela yıllar önce Yapıkredi Kültür Merkezi’ndeki bir sergime İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden bir hoca gelmişti. Benim sergilenen üç pembe bisikletimi, oldukça cinsi meselelerle yorumladı. Öyle dönüşü olmuştu. Buna benzer dönüşler hep oldu. Öyle düşünmediğim halde, hayal etmediğim halde, içten içe tasarlanan bir şeydir, diye kendi görüşlerini açıkladı ve kanıtlamaya çalıştılar. Bununla ilgili yazılar yazıldı.
D.M.: Çalışmalarınızda bir hikaye anlatmamanıza rağmen, kavram üzerinde şekillenen anlatı, izleyeni farklı düşüncelere yöneltmeye davet eder nitelikte. Çalışmalarınızın bu yanından biraz bahseder misiniz?
Y.T.: Bence sanatçı işini atölyesinde yapar, ondan sonra getirir galeriye koyar ve o dakika iş bitmiştir. Sanatçının yapıtları sergi alanına bıraktıktan sonra konuşma hakkı yoktur. O sanat eseri halkın oluyor artık, toplumun oluyor. O toplum ne isterse, o hayali kurabilir. Zaten soyut sanatın özünde de bu vardır. Yoruma açıktır. Adeta bulutlara bakıyoruz. Tıpkı çocukken yaptığımız gibi bulutlara bakıp figürler bulmaya çalışırsınız ya, onun gibi. Bir yapıtı sanatçı galeriye, müzeye ya da bir koleksiyoner evine, vs. astığı ya da yerleştirdiği anda söz hakkı bitmiştir. O eseri değerlendirme, o eser hakkında yorumda bulunma sırası ona bakan kişilerdedir. İllaki şöyle düşüneceksiniz, böyle yorumlayacaksınız diye bir yönlendirmede olamaz. Olumlu bakmak gerekiyor, son derece güzel bir şey bence bir eserin farklı farklı yorumlanması. Çünkü insanlar kendilerini kendi yaşamlarını bulması gerekir resimde. Resmin özelliği buradadır. Gerçekçi resimler farklı ama siz hep işçi resmi yaparsınız, gelir herkes onu işçi olarak görür. Resim olarak bakmaz oraya. Gül yaparsınız gül olarak görür. Kırmızıgül yaparsanız sevgilisini düşünür, en fazla o kadar düşünür, dostunu düşünür. Oysa soyut resimler de, kavramsal resimlerde bundan daha fazlası vardır. İzleyiciyi düşünmeye sevk ediyor, hayaller kurmasına neden oluyor. O bakımdan da ben soyut resmi çok benimsedim. İzleyiciyi çerçevelenmiş bir hapishane ilişkisine sürüklemek istemedim.
H.Ö.: Resimlerinizde de mekansal ilişkiyi önemsiyor musunuz?
Y.T.: Mekanı çok sevdiğim için hep bilinen bir özelliğimdir. Ben çok sergi yaptım. Resim heykel Müzesi’nde, çeşitli galerilerde birçok arkadaşımın sergisini ben yaptım. Önemli Türk Resim Heykel Sergileri, Öncü Türk Sanatı Sergilerini düzenleyen, Günümüz Sanatçıları saygılı düzenleyen birisin yani toparladım zaman yaptığın gerçekten çok selamı var kendi sahiplerinin dışında buda demek oluyor ki sen mekanı çok seviyorum mekan algılamam gerçekten çok iyi mekanlar yaşıyorum işte bu özellik var ben de seni çok öpüyorum çok algılıyorum soyut yaptığım için yani bitmemiş olan resmi yani bir aydır bakıyorum belki de yine sürekli değişime uğruyor kamera komiserim görebilirdiniz karşıdaki gri resimde mekanı görüyorum yani farklı mekanlar görüyorum mekan benim için vazgeçilmez bir duygu aslında.
D.M.: Dikilitaşlar bisikletler şehrin önemini de ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda düşündüğümüzde Bodrum serginizin Bodrum kenti temelindeki özelliği nelerdir?
Y.T.: Bodrum’un sanat dünyası için de sanat izleyicisi için de çok ciddiye alındığını düşünmüyorum. Bu dinlenmeler arasında insanlar galeri gezmesi yapıyorlar. Görebildiğim kadarıyla bu minvalde, Bodrum’da durum. Bu serginin Bodrum’a bu anlamda gönderimde bulunmasını düşünmedim, yaşamadım ben orada çünkü. Bodrum’u bir dış gözlemci olarak bilebilirim. Ara sıra gittiğim hoş bir yer benim için. İstanbul dışında sergi açmak, benim için bir sergiyi bir yere taşımak, bu tür sergilere o bağlamda bakıyorum ben. Bir düşünce yapısının başka bir kentin ışığında, oranın insanının gözünde nasıl algılanacağını görmek önem kazanıyor benim için. Örneğin yine bu şekilde doğduğum yere gittim. Afyon da doğdum ben. Doğduğum yer olmasına rağmen o şehre bir göndermesi olmadı işlerimin. Sadece çocukluğum orada geçtiği için, hayallerimdeki bisiklete sahip olamadığım için bir etkisi vardır, belki ama düşünce yapısını yine İstanbul’da oluşturdum. Benim için ürettiklerim İstanbul resimleridir. Resimlerim diğer şehirleri sadece ziyaret ediyorlar, farklı yerlerde sergi açtığım zaman. Bugüne kadar hep böyle oldu, o şehre dair bir gönderimde bulunmadı işlerim. Bodruma ait bir şeyler yapabilirdim belki, orada derin bir uygarlık olmuş, onları özümseyen, değerlendiren işler silsilesi olabilirdi tabi.
H.Ö.: Resimlerinizde izi olmasa bile sergi açmayı düşündüğünüz şehirler, üretim sürecinizdeki motivasyonu etkiliyor mu?
Y.T.: Kuşkusuz etkiler. Mine Hanım ile Bodrum’daki sergi için konuştuktan sonra telaş başladı. Ne yaparım nasıl yaparım diye. Sergime gelen insanlara saygı bağlamında hazırlık yaparım hep. Sorumluluk duyuyorsanız stres zaten vardır. Buna rağmen ben hep son dakikacıyımdır ve bu konuda da çok başarılıyımdır. Bodrumdaki sergiye bilinen resimlerimi koyacağım. Birkaç tane yeni işimde var. Bu sergi sayesinde sanatseverler yeni işlerimle tanışacaklar. Bu yeni resimlerimi de ilk defa galeri ortamında göreceğim, o bakımdan da önem taşıyor bu sergi benim için.
D.M.: Bodrum’un insanların zihninde oluşturduğu sayfiye yeri izlenimin yanında, yaz mevsiminin sanatsal etkinliklere ara verilen bir dönem olduğu üzerine genel algı sanatsever ve sanatçı için çoğu zaman geçerlidir. Yaz döneminin sanatsal üretim bakımından sizdeki yeri nedir?
Y.T.: Bu konuda çok ilginç bir anekdot aktarmak isterim. Akademide olduğum dönemlerde, çok önemli isimler mesela Cevat Dereli gibi ustaların atölyeleri yoktu. Üretimlerini evlerinin bir odasında ya da çok kısıtlı imkanları olanlar odanın bir bölümünde sürdürüyorlardı. Bu nedenle akademi hocaları dört gözle beklerdi yaz gelsin, öğrenciler atölyeleri terk etsin ve onlara atölyede kullanım alanı açılsın diye. Herkes tatile gittiğinde onlar asıl üretimlerini yazın yaparlardı. Bildiğimiz tüm eserleri yaz işleri aslında. Ve kışın da onları sergilerlerdi.
D.M.: Sizce şimdi böyle bir kesinti oluyor mu?
Y.T.: Ressamın avantajı diğer sanatçılara göre sinemacı diğer olanaklara muhtaçtır, mimar bir talep varsa üretim yapar, ama ressam en kısıtlı yerde bile kağıdı kalemi çıkarıp resim yapabilir. Benim her gün programım bellidir. Sabah dokuzda gelip şu koltuğa otururum ve mesaim başlar. Bazen gecenin yarısına kadar sürer. Sanatçılar atölye sahibi olmaya bizlerin döneminde başladılar. Atölye sahibi olmak çok önemlidir aslında. O fildişi kule de kendi başına kalıyorsun. Ona kapandığın zaman sanat eseri daha çok çıkıyor.
H.Ö.: Yazmaya ve küratöryel anlamda üretmeye nasıl başladınız?
Y.T.: Öğrenciliğimde Adnan Çoker sergilerinde asistanlık yapardım. Sonra müzede Sabri Berkel’e yardımcı oldum. Sergi ve müze düzenlemelerinde bulunmak hoşuma giderdi. Kendimi hep böyle faaliyetlerin içinde buldum. O heyecanla, o dönemde Milliyet Gazetesi’nde yazılar yazmaya başladım. Yazıya karşı ilgim benim lise yıllarında başladı, edebiyat kulübü başkanıydım. Öteden beri yazı yazmayı, şiir yazmayı istiyordum aslında. Resim ağır bastı ama hala zaman buldukça yazıyorum. Bir ressamın yazabildiği kadar yazmak istiyorum. Sanat basittir aslında, o kadar çetrefilli değildir. Sanat ile ilgili bazı yazıların dipnotlarını, referanslarını da eleştiriyorum aslında, ya ben ne yapmışım diyorsunuz, uzaklaşıyor yaptığınız iş sizden. Ben sanatın sade arık olanını tercih ediyorum, yapıtlarım da o şekilde göndermesiz, çocuksu, saf ve arık. Sanatında böyle olduğunu düşünüyorum. Yapıtlarımı da böyle ortaya koyuyorum. Ben kendi dilimin döndüğü şekilde yazıyorum. Anılarımı yazmaya başladım. Yazdıkça iyi şeyler çıkıyor. Edindiklerimi paylaşmak istiyorum, o yana da ihtiyaç var. Bir ara eleştiride yazdım, farklı isimler kullanarak. İlki hayat mecmuasındaydı. Cahil cesaretiyle yazdığım ilk yazı dizimin başlığı “Osmanlı İmparatorluğu Son Dönem Ressamları” idi. O yazıları hala sanat tarihçileri dipnot olarak kullandıkları referans aldıkları bir yazı dizisidir. O dönemlere ait başka kaynak yoktur, çünkü.
H.Ö.: Arşivciliği de önemsiyorsunuz.
Y.T.: Arşiv de yaşamımla koşut gitti. Arşiv yapmak öğrencilik yıllarımda başlayan ve hiçbir şeyi atamamamdan kaynaklanan bir alışkanlığın sonucudur. Hatta üzerinde çok şakalar yapılırdı, bir şeyi atacaksan Yusuf’a ver, o saklasın, derlerdi. Sanatla ilgili her şeyi topluyordum, onlar şimdi çok değerli oldu. Salt, Vasıf Kortun’un değerli desteğiyle bu arşivi önemsedi, bugün üzerinde hala çalışıyorlar. Arşiv meselesini Vasıf’ın önemsemesi kutlanması gereken bir çabadır. Yaptığım sergiler var, ‘Öncü Sanat Sergileri’ bunlardan bir tanesi, ‘Günümüz Sanatçıları’ sergisini de ortaya çıkaran benim. Bunu başta söyleyemiyordum ben yaptım, diye ama artık söylüyorum. O sergileri ben başlattım. Devrim Erbil’i, bir müze açık alan sergisi düzenlemez, diye uyarmış olmasam bu projeler gerçekleşmezdi. O dönemde, bir yağmur yağdı gece yarısı müzenin arka bahçesindeki eserler sular altında kaldı. Bu sergi ödüllü olsun fikrini de ben getirmiştim. Önceden d evlet sergisi mantığında gerçekleştiriliyordu. Binlerce sanatçı katılırdı sonra bu sayı on beş kişiye düştü. Mine Sanat Galerisi’nde de düzenlediğim, küratöryel anlamda katkım olan sergilerimde var. Birçok sergiye de isim babası oldum.
Asmalımescit, 3 Ağustos 2015