Bilge Alkor’un küratörlüğünde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününe ithafen Mine Sanat galerisi, 3 Mart – 5 Nisan 2014 tarihleri arasında “Yansıma ve Buluşma” başlıklı bir sergi düzenliyor. Sergide yer alan sanatçılar; Halil Akdeniz, Alaattin Aksoy, Koray Ariş, Ahmet Elhan, Balkan Naci İslimyeli, Şükrü Karakuş, Serhat Kiraz, Murat Morova, Argun Okumuşoğlu, Ahmet Öktem, H. Avni Öztopçu, Kenan Sunar, Yusuf Taktak, Esat Tekand
Bilge Alkor, Taksim Gezi Direnişinden sonra 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için Geziyi bir arada tutan ilkelerden hareket ederek çoğulculuk, bütünleşme, dayanışma ve buluşma kavramlarını ve bunların yansımasını ele alan bir sergi yapmak istediğini söylüyor. Alkor, erkek ressamlardan, kadına bakışı dışa vuran üretimler yapması konusunda bir konsepti ele alıyor. Aslında bu bir anlamda, bin yıllarca süren kadın yazgısına, görgü tanıklığı yapmış olan erkekler adına, bir grup erkek ressamın söz alması olarak da okunabilir.
Erkek ressamlar, farklı coğrafyalarda, geçmişin tarihselliğinden bu güne yaşayan kadın figürlerini ele alırken, yazgısının getirdikleriyle mücadele eden kadınları selamlıyorlar. Antik dönemden on dokuzuncu yüzyıla, yirminci yüzyıldan günümüzde, gezide, mücadelenin ve direnmenin sembolü olan kadınlara merhaba diyorlar.
Yaşadıkları coğrafyalar ve koşullar ne olursa olsun direngen kadınlar, 2014 yılında erkek ressamların resimlerinde, evrensel estetik değerlerden referanslı bir üslup ve sorgulamayı da gündeme getiriyorlar. Bu üretimlere baktığımızda yaşanan acılar ve güçlüklerin geçmişe ait olan ile bugüne ait olanın buluştuğu, resim içinde resim ile yeni bir semantik dil oluşturuyorlar. Bu semantik dil, kadın yazgısının görgü tanıklığı, belleğimizde kalan izleği ile insani olanı yeniden sorgulamamızı gerektiren bir antropolojik kazıyı çağrıştırıyor. Erkek ressamların üretimlerinde ele aldıkları konular en yakından en uzağa; kadının yazgısına karşı çıkan bir varoluş öyküsünden referans alıyor. .
Serhat Kiraz’ın, literatüre geçen ilk kadın şair olarak bilinen Sappho ile başlangıç yapması gibi. Kiraz Sappho’nun kişiliğinde kendisini etkileyen bir kadın varoluşunun izini sürüyor. Erkek dünyasına kafa tutan direngen bir kadın şairin geçmişten bugüne, zamansal art ardalık içinden belirmesi; tarih içinde tüm acı çeken kadınların çığlığı olarak bugüne ulaşıyor. Erkek dünyasında varolamamanın sancıları, söylenememiş sözlerin dile gelişi karşısında tuhaf bir zamansızlık duygusu ile sarsılıyorsunuz. Sappho’nun şiirindeki lirik dil, Serhat Kiraz’ın referansıyla, insani olanı temel alan bir selamlama içinde, çağdaş bir yorumlama istenci ile dile geliyor.
şimdi ışıldar o, Libyalı kadınlar arasında
ayın kızıl parmakları uzandığında
günbatımından sonra, nasıl silerse
etrafındaki yıldızları, ve dağıtırsa ışığını
tuzlu denize ve çiçeğe kesmiş tarlaların üstüne;
ve çiyleri saçarak toprağa, diriltmek için
gülleri ve kırılgan kekikleri
ve tatlı tomurcuklanan bal–lotusu
Sappho
“Mürekkep” serisinden platin paladyum bir baskıyla sergiye katılan Ahmet Elhan, cinsiyet kimliklerin ontolojik durumuna dair bir sorgulama yapıyor. Toplumsal cinsiyetin sürdürülmesinde, merkezi algı ve iktidar ilişkilerini sorguluyor. Elhan, sosyal kodları fotoğraf görüntüsünün yüzeyinde üst üste bindirmelerle, tekrarlarla, sapmalar yaratarak bozuyor. 21. yüzyılda birçok kadın toplumsal cinsiyet baskısı altında, nefret suçları mağduru olduğuna, işkence gördüğüne ya da öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Kadının maruz kaldığı şiddet, güç ve baskının yarattığı bedensel ve ruhsal travma, tüm topluma bulaşan bir hastalık gibi huzursuzluğun yayılmasına neden oluyor.
Alaattin Aksoy, “takdir-i İlahi” adını verdiği, alegorinin uçsuz bucaksız evreninde bilgi çağında bilinçsizliğin kurbanları olarak cinsiyet ayrımcılığını ele alıyor. Kadınların erkeklerle eşitlenmediği bir dünyada, yaşamın enkaz’a dönüşmesi konusunu ilk günahı işleyen Havva metaforu ile karşımıza çıkıyor. Tarihsel kadın ötekiliğini kötücül yılan metaforuyla görünür kılıyor. Doğrudan anlatı yerine ince bir ironi ile kurgusal bir düzenleme anlayışı içinde kitabi dinlere göre yaratılan ilk kadına ve ilk günaha gönderme yaparken semantik bir dil oluşturuyor.
Halil Akdeniz, sergiye “Kültür İmleri” adını verdiği resim ile katılıyor. Akdeniz resimlerinin karakteristiğini oluşturacak kadar önem arz eden yaba metaforu, Yunan mitolojisi’nde denizler, depremler ve atlar tanrısı olan Poseidon’a ait. Poseidon’un en önemli silahı olan üç dişli yabası aynı zamanda eril gücün bir simgesi. Poseidon, yabasını yere vurduğunda depremler meydana gelir, yer yerinden oynarmış. Hırsı ve gücü temsil eden Poseidon’un bu tavrı, mite göre Atlantis’in yok olmasına sebep olur. Kadın’ın bedensel güçsüzlüğü karşısında beden gücünü savunan eril anlayış, geçmişin farklı zaman ve mekan katmanlarından gelen imgeler, günümüzün çağdaş imgeleriyle belli bağlamlarda bir araya gelerek sorgulamalar yapmamıza temel oluşturuyor. Akdeniz, en eski çağlardan gelen kültürel ritüelleri modern dünyaya taşıyarak, yeniden kurgulamakta ve soyutlamakta. Geleneksel kodlar ya da kültür imleri ile sergi konseptine kavramsal bir yolculuk yapmamıza neden oluyor.
H. Avni Öztopçu, “ikilem” adını verdiği çalışmasında renkler ve soyutlamalar üzerinden ilişkiselliğin ya da ilişkisizliğin ikilemine dikkati çekerken kadın ve erkek arasında toplumsal cinsiyetin ortaya koyduğu ikileme de gönderme yaparak sergi konseptine referans veriyor. Resmin kurgusu ile izleyicinin tinsel karşılaşması arasında somutun soyuta evrilen sonra tekrar soyuttan somuta evrilen düşünsel kavramların ikilemi ile yüzleşmemize vesile oluyor.
Koray Ariş, minimalist yaklaşımıyla yalın ve öz olanın, ağaç formunda bütünleştiği “isimsiz” başlıklı heykeliyle çocuksu, oyunsu bir dünyanın kapılarını aralayarak sergi konseptine dahil oluyor. Heykelin formu kadın bedenini hatırlatan bir kavramsallıkla soyutlanırken, ağaç dokusunun tüm ayrıntıları gizleyen, olağan yalın hali, minimalist bir düşünüşün izlerini taşıyor. Formun kısmen yuvarlak, kısmen köşeli olması ile kadına ait meteforlara götürüyor, izleyiciyi. Kadına ilişkin gizemli ve derinlikli, sesiz ve durağan bir anlamlar örgüsüne, masalsı ve tarihsel çağrışımları ekleyen örtük bir dünyaya dahil olan bir varoluşu imliyor.
Kenan Sunar’ın “doğayı korumak” adını verdiği çalışmasında doğaya ve hayata bütünsel bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Özellikle doğayla iç içe, geleneksel yaşam biçiminin korunduğu kırsal bölgelerdeki kadınların, ağır iş yükü altında verdiği mücadeleye doğayı koruma mücadelesini eklediklerine dikkati çekiyor. Karadeniz’deki HES mücadelesinin direngen kadınlarını bir doğa manzarası ile selamlıyor.
Sergiye “Bir Ev Kadınının Fotoromanı” serisinden bir fotoğraf baskı ile katılan Balkan Naci İslimyeli, kadın yazgısını sorguluyor. Sanatçının kadın yazgısı için seçtiği “ev kadını” karakteri üzerinden kadın sorununa bakışı fotoğraf üzerinden bir yansıtma ile gerçekleşiyor. Balkan Naci, yaşamın değişmezleri ve akışı arasına sıkışan kadının varoluşunu hikâyeleştirerek ilistüre ediyor. Ezilen ve emeği görünmeyen ev kadınları ile bir tür yüzleşme yaşatmak, sorular sordurmak istiyor.
Murat Morova’nın “Çocuk Gelin KADER” başlıklı çalışması, günümüz Türkiye’sinde önemli bir sorunla yüzleşmemize vesile oluyor. Okul sıralarında olması gerektiği yaşta evlendirilerek çocukluğunu yaşayamayan ve zor şartlarda çaresiz kalıp intihar eden “çocuk anneler” konusunu ele alıyor. “Çocuk anne Kader”, patriyarkal Türkiye toplumunda bir sembol olarak içimizi acıtıyor. Morova, çocuk gelinlerin uğradığı şiddeti ve ölümü anlatmak için cam bir panelden akıttığı kan gibi görünen, kırmızı rengin metaforundan yararlanıyor.
Argun Okumuşoğlu: “Yalnız Kalpler” serisinden “Sevim Burak” çalışmasıyla Çağdaş Türk edebiyatının acılı, cefakâr ama direngen bir yazarını yad ederek emekçi kadınlara bir selam gönderiyor. Sevim Burak bir yazısında bize şöyle sesleniyor:
“seni görüyorum
ordasın
ağacın altındasın
nefes almıyorsun
gözlerin açık
upuzun yatıyorsun
koca kuşun yanında uyuyorsun”
Sevim Burak, oğluna yazdığı bir mektupta, toplumsal cinsiyetçilik sorununa şöyle bir serzenişte bulunuyor; “bir yazar erkek olmalı ve karısı ona yardım etmeli ki, bu hep böyle oluyor, ama bir erkek sadece benim yazı yazmam için bana bakar mı?”
Argun Okumuşoğlu’nun tam da adlandırdığı gibi bu sözlerden “yalnız bir kalbin” atışını duyuyoruz. Yalnız, kırgın ama direngen bir kadın yazar olarak Sevim Burak, bize bıraktığı hatırası ile geçmişin unutulmuşluğundan sıyrılarak tüm zor koşullara rağmen yazmaya çalışan kadınlara umut oluyor.
Ahmet Öktem, Fransız edebiyatının belki de ilk çağdaş realist romanı sayılan bir hikayenin baş kahramanı, yazgısına razı olmayan ve çaresiz kalınca, ölümü seçen bir kadını Madame Bovary’yi selamlarken bir empati geliştiriyor ve “Madame Bovary benim” diyecek kadar ileri gidiyor. Madam Bovary kitabının sayfalarını, yukarıdan aşağıya doğru birbirine iliştirerek sergiliyor. Kitabın sayfaları kıvrılarak bir form oluşturuyor. Romandan müstakil, bağımsız bir forma dönüşen bu enstalasyon, yukarıdan aşağıya akan yazıların dekoratifliği eşliğinde bir metafora dönüşüyor. Ancak bu metafor, sararmış yapraklarıyla, Öktem’in tam da söylediği gibi “Madam Bovary benim” dedirtecek kadar trajik olanın dayanılmaz cazibesine ve tarihsel bir dönemin romantik, yüce aşkına ait olma arzumuzu uyandırıyor, hafif ve buruk bir tebessüm eşliğinde…
Sergiyi gezerken tarihin bir başka döneminden bir melankoli prensesi karşılıyor bizi; Frida Kahlo.
“Viva La Vida” adlı portresiyle, Şükrü Karakuş’un plastiğinde görünür olan Frida, “Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem diyor;
Birincisi aşkım Diego,
İkincisi sanatım,
Üçüncüsü ise Komünist Partisi’…”
Narin ve zayıf bedeniyle, yaşam ile ölüm arasında sürekli gidip gelen Frida, yaşadığı sağlık problemleri nedeniyle geçirdiği 34 ameliyat esnasında hep direnir, umudunu yitirmez, tutkusunu da… Tutkuyla yaptığı resimlerinde iç dünyasında yaşadığı gerçeklikler üzerinden Meksika’nın toplumsal gerçekliğini anlatır. Kahlo, daima “inadına aşk, inadına devrim, inadına sanat” diyerek yaşamış ve varoluşunu bunun üzerinden gerçekleştirmiş tarihsel bir direngen kadın ressam olarak halen devrimci mücadelenin önemli bir temsiliyetidir. Frida için devrimcilik öyle büyük bir tutkudur ki varoluşunu onunla başlatır; 1907 yılında Coyoacon’da dünyaya gelmesine rağmen bu tarihi asıl doğum tarihim dediği Emiliano Zapata önderliğindeki 7 Temmuz 1910 Meksika devrimi tarihiyle değiştirir. Şükrü Karakuş, Frida Kahlo ile tüm direngen devrimci kadınları selamlıyor.
Esat Tekand ise sosyalist kadın hareketi öncüsü; yazar ve filozof olan militan bir kadını, Clara Zetkin’i renkli bir soyutlama ile selamlıyor. Birinci Dünya savaşı döneminde zor geçen yıllar ve hiç bırakmadığı emek mücadelesi, savaş karşıtı tavırları ile bu cesur yürekli kadın, 1920’de Alman Parlementosu’na komünist parti üyesi olarak seçilen ilk kadın. Dünya tarihinin önemli bir direngen kadın idolü olan Zetkin, Esat Tekand’ın plastiğinde yeni bir semantik dilde soyutlamanın ve renklerin plastiğinde temsil üzerinden değil, soyut bir hatırlatma üzerinden bir kez daha görünür oluyor.
Yusuf Taktak; “Boyun eğme” adını verdiği çalışması ile Taksim Gezi direnişine katılan kadınları selamlıyor. Siyasi iktidarın sadece toplumsal hayata yönelik değil, kadın yaşamına ve özgürlüklerine yönelik artan müdahalesi karşısında, kadınların da sokaklara çıktığı, direndiği bir mücadeleye selam gönderiyor.
Taksim gezi parkında ağaç katliamını durdurmak için başlayan direniş, Gezi Parkı sınırlarını aşarak İstanbul halkının ve ardından Türkiye’nin dört bir yanında yurttaşların, on iki yıllık AKP İktidarının baskılarına karşı birikmiş öfkesini dışa vurduğu bir direnme eylemine dönüştü.
Gezi direnişinde kadınlar, uğradıkları tüm baskı ve şiddete rağmen mücadeleden vazgeçmediler. Sıkılan biber gazlarına, sopalara, coplara, atılan plastik mermilere boyun eğmeyerek başkaldırdılar. Ölümler ve yaralanmalara karşın onurlu bir direnme örneği göstererek hep hatırlayacakları dayanışmacı bir hak arama mücadelesi gerçekleştirdiler. Kızlı erkekli, siyasi iktidarın rant ve ekolojik tahribat politikalarına karşın gezi parkında ağaçları savunarak aslında bir anlamda kadın hak ve özgürlüklerini savundular. Gezi direnişi, devlet şiddetine karşı kızlı erkekli dayanışmanın bir zaferi olarak tarihte yerini aldı. Yusuf Taktak’ın referas verdiği gibi gezi direnişi, kadınlarla anılacak. Direnişin sembolü haline gelen kadınlar, bedenlerini siper eden kırmızı elbiseli kadın gibi sembolleşerek, tüm direngen kadınların temsili oldular.
Lütfiye BOZDAĞ
Mart 2014, İstanbul