1990’lı yılların ortasından itibaren etkinlik kazanan sanat pratiğinde bireyselden toplumsala çok katmanlı bir imge dağarcığı biriktiren Özgül Arslan, üretimlerinde resmi ideolojiler, eril iktidar ve tüketim kültürü tarafından şekillendirilen ‘kadın’ imgesini merkezine alan bir anlatımı benimser. Kimliğin yerli yerine oturtulması ya da yerinden edilmesine aracılık eden toplumsal eklemlenme biçimlerini anlama çabasını elden hiç bırakmayan sanatçı, ‘kadın’ imgesini basitçe ‘kurban’ ya da sıkıntının yegane gerekçesi olarak yapılandırmaz. Geniş bir çerçeveden, kadın kimliğinin toplumsal yapıya dahil olma tarzları, benimsenme pratikleri, rehavete indirgenemeyecek yaşamsal dinamikler içindeki konumunu düşünme fırsatı yaratmakla ilgilenir. Resimden fotoğrafa, videodan enstalasyona farklı mecralarda ortaya çıkan üretim çeşitliliği Özgül Arslan’ın hem güncel gerçekliğe dokunuşunda hem de günümüz sanatının çoğul estetiğine yönelik yaptığı vurguda kendini göstermeye devam eder. Sanatçının, toplumsal olguları, ilişkileri, yaşam biçimleri ve bireysel deneyimlerini sanatsal yaratıcılığa dönüştürdüğü araçların değişkenliği, pratiğini açık ve canlı tutuşunun göstergesidir. Özgül Arslan’ın, sağlam bilenmiş bir duyarlılık ve dış dünyadan dayatılan yetkeci istemlerle mücadele edebilecek bir kararlılıkla sürdürdüğü sanatsal pratiği açık bir kavrama dayanır. Değişim, yenilik, arayış olasılıklarını sürekli olarak gündeminde tutan sanatçının yaratıcılığı, bu olasılıklar aracılığıyla üretim formlarında farklı metodları denemesinde ya da sıradanlığın morfolojisi içinden çekip aldığı kavramlarında kendini gösterir.
Özgül Arslan son dönem üretimlerinde formsal/sanatsal geleneği, değişen durum/koşullara uygun görsel karşılaşmalara dönüştürmekle ilgilenir. Bu karşılaşma alanlarından birini yarattığı “Uzak Kaç Adım Eder!”de sanatçı, gündelik yaşam ve iç dünyasıyla ilgili bilinçdışı anlamlara yönelik sürekli mücadelesinden doğan izleri paylaşır. Karanlığı gözle görülür bir varlığa, oylumsal bir ize dönüştüren sanatçı, resimsel araçlarla yaratılan görüşe özgü büyülü bir kuramı uygularken, şeylerin kendi içinden geçtiği, görülür olanın gizli izlerini kazıdığı bir karşılaşma alanı yaratır. Özne ve varoluş, imgelemsel ve gerçek, gölge ve ışık gibi kategorileri birbirine karıştırarak sanatçı, sessiz anlardan oluşan düşsel dünyasını cömertçe ortaya koyar. Sergide yer alan çalışmalarda, kimlik, varoluş ve gündelik yaşamdan beslenen kavramsal bir bağlamın izini sürmek mümkündür. Bu kavramlar etrafında çoğunlukla kendi öznel deneyimlerini teşhis eden sanatçının üretim biçimlerini şekillendiren unsur da böylelikle kendiliğinden gelir.
Özel alan olarak ev, bize hem dağınık imgeler hem de bir imgeler bütünü sağlar. Sanatçı, ev’i yargıların ve düşlerin etki alanına sokabileceğimiz bir nesne, içtenlikli ve somut bir öz olarak ele alır. Bizi, içinde korunaklı hissettiğimiz bir mekana bağlayan ince ayrımların ve herbirinin kendi içinde sakladığı derin gerçekliğin altını çizer. Sanatçının, elle tutulmaz gölgelerden inşa ettiği bu mekanlar, bellek ve imgelemin içiçe geçtiği uzak bir manzara yaratır. Çalışmalar, nesnel bir gerçekliğe karşı gelen öznel deneyimin ifadesidir. Görünürde izlenen huzurlu atmosferin örttüğü gerilim ve kaygı, sembollerin işlenişinde açığa çıkar. Kullanılan semboller, bilinçli ve bilinçdışı deneyimi, sanatçının şu andaki bireysel varoluşu, kadın, anne, eğitmen, sanatçı olarak çoğul kimliği ve sanat tarihi arasındaki ilişkiyi dışavurur. Öznel ve nesnel kutuplar arasındaki dinamik karşılaşmadan doğup gelmenin prototipik olgusunu sergileyen merdiven sembolü, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir ‘Gestalt’ oluşturur.
Özgül Arslan’ın siyah kadife kumaş üzerinde ağartıcılar kullanarak ve silerek oluşturduğu bu resimlerde, ‘kadın’ kimliğinin toplumsal kurgusu ile bireyin/sanatçının deneyimi arasındaki bölünmenin üstü açılır. Sanatçı, resimsel dil ve gösterge ile kurduğu bu angajmanı, sürecin en şiddetli derinliklerine taşımayı tercih eder. Üretimler, belleğin acımasızca krize ve kesintiye uğratılmanın görsel şifrelerine sahiptir ve zorunlulukların, koşulların, seçimlerin törpülediği içsel süreçleri, anlamın ya da duyunun diğer tarafında kalarak nasıl eklemleneceğiyle ilgilidir. Sanatçı için bunu kabul etmek, sanatsal üretim ile sanatçı varoluşunun kırılganlığına meydan okumanın, yüzleşmenin ve kabullenmenin bir ifadesidir.
Silmek -özellikle bir yüzey söz konusu olduğunda- kaybetmeye, ortadan kaldırmaya, görünmez kılmaya yönelik bir eylem olarak belirir. Burada bedensel eylem, ifadenin canlı bir düğüm noktasıdır. Beden, yapıt ve ifade/eylem, öznenin nesnesiyle bağıntısı haline gelir. Bedensel devinimin yarattığı boşluklar, varlığa gönderme yapan bir stratejiye işaret eder. Bu hem sanatçı için hem izleyici için bir tür Katharsis etkisi yaratır. Arınma ve zihinsel bir açıklık yaratma etkisiyle tercih edilen “merdiven” metaforu aynı zamanda Şaman kozmolojisindeki axis mundi’ye referans verir. Yapıtın konusu basit bir biçim oyunu değildir. Sanatçının stratejisi de burada kendini gösterir. Biçim ve içeriğin oluşturduğu çözülmez birlik üzerindeki ısrarı, çalışmanın birbirinden ayrı olarak varolamayacak bu iki öğesine yapılan vurguda belirir. Yapıtın biçimi duyulara seslenir. Işık-gölge, figür-soyutlama, renk-desen gibi, duyular aracılığıyla algılanan görsel kodların açımlamaya giriştiği içeriğe, dolayısıyla ‘anlam’ın kavranmasındaki işaretlere de sahip çıkmak Özgül Arslan’ın pratiğinde belirgindir. Sanatçının silerek ortaya çıkardığı ve temelde eylemin işleviyle karşıtlık yaratan bir gerilim içinde vuku bulan imgelerin hüzünlü varlığını sezinlemek zor olmaz. Sanatçının, öznel deneyimlerinden ayıklayıp önümüze serdiği şey, diğer yandan bize ait olan, bizim tarafımızdan sahiplenilen ve sonuçta daha derinden duyumsanan deneyimler halini alır.
Merdivende Oturan, İlk Adım, Merdivende Uzanan Kız ve Merdivenden İnen Biz gibi resimlerde izleyiciyi içine alan bu belirsiz mekanlar, belleğin bir dekoru olmaktan çok zamanı sıkıştırılmış olarak tutan bir kozmostur. Merdivenler, dikey olarak iç ya da dış mekanda aşağıdan yukarı yükselir. Dikeylik yönünde farklılaşma, iki kutup ya da karşıt iki eksen oluşturur. Karanlık ve aydınlık, ışık ve gölge, varlık ve yokluk, geçmiş ve gelecek… kavramların anlamları karşıtları olmadan bilinemez. Anlam, bu karşıtlıklardan doğar. Sanatçının yararlandığı bu çifte imgeyse bizi tam ortada bırakır. Aşağıya bakmaya, anlamaya cesaret eden bir kız çocuğu, bazen kendini şimdiye teslim etmiş hareketsiz bir kadın figürü, ya da kararsızca bir gölge gibi uzakta beliren gizemli bir çift figür olsun, bizi içtenlik alanına dahil eder. Merdiven, bir şimdiye işaret eder kimi zaman karşılaşma alanı kimi zaman da belirsiz bir bölge gibi yitip kaybolan bir sarsıntının mekanı olur. Tüm değerlerin titreştiği sisli bir uzam yaratır sanatçı, olmadığımız bir yerin direnciyle karşılaştırır.
Sanatçının “merdiven” metaforuna dayandırdığı mekansal kurgusunda, resmin düzleminde gittikçe kaybolan insan figürü bir tür yer değiştirme ve yeniden konumlandırma işlevi üstlenir. Bumerang, Kayıp, Merdivenden İnen Sonsuzluk gibi resimlerde neredeyse soyutlamaya varan bu yerinden etme eylemi, temsil edilen figürün mevcudiyetini bir bakıma onu silerek, yok ederek altını çizer. Herhangi figüratif bir resmin yapabileceği kadar figürü, resim düzleminden çıkararak daha güçlü biçimde temsil etmeye girişen sanatçı, silerek ortaya çıkardığı formlarda yaptığı gibi gölgenin içinden ışığı, mekanın içinden figürü kopartarak karşıtlıklardan oluşan bir temsil ağı yaratır. Soyut geometrik formlara doğru yol almaya başlayan merdivenler, izleyiciden ortak olarak kurulmuş bir mevcudiyet çerçevesinde ‘burada’ olma duygusu ile yüzleşerek paylaşılmış bir mekana girmesini ister. İzleyiciye, paylaşılan bir dünyaya adım atması için cesaret verir. Yanımda ki Boşluk ve Merdivenden’de duyumsandığı gibi aynı anda hem suskun hem bozguncudur bu resimler. Neredeyse eylemsi bir sessizliğe sahip olan şiirsel imgeyi sorumluluk yüklenmiş içsel bir olguya, izleyiciyi de labirentin kapalı dehlizlerinde dolaşan meraklı bir araştırmacıya dönüştürür.
Belleğin gölgesinde yitip giden boşlukta, içerde mi dışarda mı olduğunun önemi olmadan, gerçek mekan – hayali mekan arasındaki etkileşimin içinde kalmaya devam edilir. Merdiven enstalasyonunda resimlerin mevcudiyetini yansıtmasına benzer bir strateji izler sanatçı. İzleyicinin geometrik sezgileriyle formları ortaya çıkarır, kontür, çizgi, desen gibi resimsel dilin araçlarına ait ayrıcalıklardan burada da sakınır, imge hiçlik tarafından sınırlanır. Bu nedenle, yüzeye yaklaştıkça, imgeyi kendi katılığı içinde yakaladığımızdan emin olamayız. İmge, kendinin dışına çıktığında varolmaya başlar, mekanı ardında bırakır ve kavranır. Özgül Arslan, düşlerin ışıltısını yerle bir ettiği bu sahnelerle, yaşamsal güçlüklere dair bir ölçüt sunar. Örgü videosunda sanatçı, kızının saçlarını sürekli bir döngüde örerek zaman, hafıza, anı gibi kavramlar üzerinden bireyleri bir arada tutan ‘bağ’lara işaret eder. Sarı saçlarını bir merdiven gibi kullanılan Rapunzel’i anımsatan saç örgüsü, kök salmanın, beklemenin, ilerlemenin, yeniden başlamanın bir döngüsü haline gelir. Sanatçı, çatışmalı, parçalanmış, bölünmüş bir öznellik fikrini, hayali ve gerçek arasında muğlak bir konumdaki figürleriyle yansıtır. Bu, ne melankoliye, ne arzuya ne de diyaloğa yer bırakmadan tümüyle dışarıda cereyan eden içsel bir çatışmadır.
Sanatsal özgürlük, yaşamın itkisi ile ona verilebilecek karşılık arasında duraklayabilme ve bu duraklamada yönünü seçebilme yetisini içerir. Özgürlüğe dayanan yaratabilme yetisi, bilinçten ve bilincin kendi farkındalığından ayrılamaz. Özgül Arslan’ın sanatçı kimliği de, kendini yaratma sürecinde nasıl ilerlediği, umutları, idealleri, imgeleri ve altını kazımaya giriştiği kavramları yoluyla gerçekleştiği apaçıktır. Kendini her seferinde yeni bir gerçekliğin parçası olarak bulmak zorunda kaldığında ya da kendini zamanın yamacında duruyor hissettiğinde varlık kazanan yapıtları, sanatçının yaşadığı/deneyimlediği ve ortaya çıkardığı görünün parçalarıdır. Bu bağlamda “Uzak Kaç Adım Eder!”, Özgül Arslan’ın imgelemi ve izleyici arasında yaşanan güçlü ve canlı bir karşılaşma alanı açar. Sanatçının, kimliğinde yer bulan rollere karşı mesafesini de sorguladığı bu alan, öznel deneyimlerle toplumsal mekanizmaların teşhir edilmesi hatta saklanan bir sırrın ifşa edilmesi gibi çarpışmalar ve kısa devreler üretir.
Derya Yücel
Kasım 2013, İstanbul