Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur…

Röportaj: Başak Topkaya

ozdemir_altan

Fotoğraf: Ufuk Ülker

Geçmişten beri, sanat ile ilgili görüşlerinizi paylaşırken, çoğu zaman direkt olarak dile getirmemiş olsanız da, sizin ortaya koyduğunuz sanatın ülkemizde anlaşılmasının çok zor olduğuna değiniyorsunuz. Durum hala öyle midir? Özdemir Altan’ın sanatı anlaşılmaya başlandı mı?

Bulgularım oldukça eskiye dayandığı için, bugün anlatma olanağım da daha geniş olduğu için anlamayan daha az artık. Halk tarafından anlaşılması imkansız olmakla birlikte genç kuşaklar, sanatçılar, öğrencilerim anlıyorlar. Ancak Türk sanatının genel çizgileri dolayısıyla Türkiye’de gelişmiş göz o kadar geri kalıyor ki, devamlı olarak kötü örnekler gördüğümüz için… Düşününüz ki bir Alman çocukluğundan beri Dürer, Rembrandt, Matisse, Cezanne görüyor, bu gözün gelişmesini sağlıyor, bir formasyon sağlıyor tabi ki. Türkiye’de hiçbir şey görmüyoruz, gördüklerimiz de bol miktarda kötü resim… Son zamanlarda özellikle bazı olaylar dolayısıyla bazı ressamlar durup dururken ön plana çıkarılıp sanat gibi gösterildi maalesef. Benim çocukluğumdan beri yapmakta olduğum resim daima en yüksek sanat idealini taşıdı ve kolay anlaşılması beklenemez.

Siz bütünüyle kabul etmeseniz de, ülkemizde ilk küratöryel çalışmayı sizin yaptığınıza dair yaygın bir kabul var. Günümüz sanatı çerçevesinde düşünürsek küratör, sanatın hangi noktasındadır?

Sanat eleştirmeni anlamında kritik kelimesi kullanılırdı, küratör her alanda oluyor, araştırmacı anlamına geliyor. Küratörler; sanat yapımcıları, sanat organizatörleri, sanat üzerine teşhisler koyanlar, sanat sergileri düzenleyenler, bir sanatçı ne ise küratör de aşağı yukarı odur. Diyelim ki Manet’yi yepyeni bir gözle sergileyen, şimdiye kadar herkesin fark etmediği şeyleri gören biri küratör tanımına uyar. Türkiye’de yetişmesi çok zor, şimdilik olmadı bugüne kadar.

Soyağacı, 2015, tuval üzerine akrilik, 81x110cm

Rastlantısallık üzerine kurulu çalışmalarınızda, bir sergileme mekanından öte resmin kendi mekanı içinde aslında küratöryel bir düzenlemeden bahsetmek olası. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Rastlantı üzerine derim ki bizim yeteneğimizin sınırları vardır ama rastlantının yok eğer rastlantıyı yönlendirebilirsiniz, tabii bu deyim biraz kuşku götürür bir deyim madem yönlendiriliyor rastlantı olmaktan çıkar ama bunun ne demek olduğunu rastlantıyı kullanan insanlar çok iyi anlarlar, varsa o insanlar. Ayrıca denetimsiz ve rastlantıyla yapmış olduğum işlerim sanırım kastettiğiniz haritalar. Önce ben konunun etrafını boyayıp sonra ilçeleri kontrplaktan kestirip, yani birbirleri ile ilişkisi olmayan elemanların, kişiliklerin; çocuk, amatör, profesyonel, Rembrandt’ tan kopya dağıtıyorum ve kendilerini tamamen serbest bırakıyorum. Sonra tekrar geri aldıklarımı arkalarındaki numaraya göre yerlerine monte ediyorum ve asla hiç bir müdahalede bulunmuyorum. Sonuçta tarih boyunca sanatçılar rastlantıyı bilinçli olarak arıyor ve buluyorlardı. Ben ise rastlantıyı serbest bıraktım. Hepsinin rastlantısal bir şekilde bir yere gelmesi tarihi epey eskidir. Benim ilk defa; ‘Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur’ keşfimden kaynaklanmaktadır. Nitekim eğer siz birbirinden farklı elemanlar; çünkü Türk sanatında kimse eleman kullanmıyor, kullandıysanız espas doğacaktır. Bunlar birbirinden farklı olduğu için aynı yüzeyde durmayacak, birbirlerine iteceklerdir. Espası dert edinmeyi bana Türk düşünce sisteminin katılığı, tek taraflılığı hediye etti. Espas, batı resminin iki boyuttan üç boyuta, skolastikten hümanizme, tek sesli müzikten çok sesli müziğe geçiştir. İşte burada espasın anlamı da tam olarak ortaya çıkıyor. Rönesans için tam olarak bunu söylersek yeterli olacaktır. Espas yüzeysellikten sıyrılmaktır, derinliktir, boşluğu doldurmaktır. Resim tuvalin yüzeyine değil, boşluğuna yapılır. Türk resmine bakarsanız hala espasın olmadığını hemen anlayabilirsiniz, ben yıllardır uğraşıyorum. Nasıl demokrasi kavramı bir türlü oturmuyorsa espas da oturmuyor bir türlü, çünkü bizim tek taraflı düşünce sistemimiz en derinlerde kazılı. Birbirinden farklı elemanları kullandığınız takdirde espas ancak o zaman doğar.
Küratörlere gelince eksik olmasınlar da karıştırmayalım isterseniz… Küratöryel dediniz, zaman zaman genç arkadaşlar yazılarda yazıyorlar teşhislerde koyuyorlar tabii ki fark edilmeye başlandı. İyi şeyler olarak kabul edebiliriz belki ama ne yapalım ki kolay değil, Türkiye’de müze yok, geçmiş yok, sanat geçmişi yok. Türkiye’de sanatın olmasına imkan yok çünkü kriter yok.

Günümüzde yapılan müze çalışmalarıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Eğer uluslararası bir müze kurarlarsa çok iyi olur. İyi durumda olanlar müze yapmak istediler aşağı yukarı Ankara’da üç, İstanbul’da bildiğim üç-dört tane müze kurulacaktı ama benim sürekli konuşmamdan dolayı moralleri bozuldu, yapmadılar. Ben sürekli ‘Türk resminden müze olmaz’ dediğim için hepsi durdu ve şimdi meseleyi anladılar, bıktırıcı bir şekilde bunu hep dile getiren benim. Niye olmaz, müze şaheserlerin yuvasıdır da ondan. Rembrandt’ın, Brueghel’in, Botticelli nin, Cezanne’nin, Matisse’nin, Degas’ın mekanıdır. Türk sanatından mı öğrenilecek resim, adam yapacağı resmi unutur. Mesele yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı, bir girişimci duyduğuma göre 9 metre boyutlarında Rauschenberg satın almış, benden kaynaklanıyor, başkasının aklına bile gelmeyecekti. Günün birinde Türkiye’de doğru dürüst bir müze kurulursa altına “Özdemir Altan’a teşekkürler” yazarlarsa iyi ederler. Eğer Türk sanatçıların eserlerinden bir şey yapılacaksa ona müze denilmemeli, ancak Ulusal Koleksiyon denebilir ya da Özel Türk Resim Koleksiyonu gibi bir şey olmalı. Dürüst olmak gerek çünkü Dünya Müzeler Birliği kabul etmez ki.

Söyledikleriniz bağlamında Soyağacı serinizin yeri nedir?

Soyağacı 1990 yılında başladı, benim 9 döneminden birisiydi. Ailenin soy ağacını dayım anneme veriyor annem de bana verdi. Aşağı yukarı 1700 küsür senelerden itibaren anne tarafımdan devam ettirilen bir soy ağacı var. Sonra ben ona bizimkileri ekledim, bir de baktım ki resim gibi, ilk yaptığım soy ağaçları tıpatıp o soy ağaçlarına benzer. Zamanla zenginleşti, orada hiçten bir dünya yaratmak istediğimin farkındayım çünkü o kadar basit bir konu o kadar tekrar ediyor ki birinden diğerine geçince farklı çıkıyor, ben de şaşırıyorum. Yüzlerce oldu, yuvarlaklar içinde işaretler hep aynı konu ama hepsi çok farklı, hiçten bir dünya yaratma içgüdüsü aslında. Asla bir karar vererek yapmam, önyargıyla başlamam; başlarım olur, yaparım olur, zaten oluncaya kadar da uğraşırım eğer olmuyorsa. Soy ağaçları benim çok sevdiğim yemek gibi. Dönem olarak 1990’da başlıyor ama zaman zaman hep çıkıyor karşıma… Yeteneğimizin sınırları var ama rastlantının hiç yok. Sonsuzluğa gidiyor; gökyüzü gibi, feza gibi. Müzelerin Türk resmi değil de büyük üstadların resimlerin alınması, müzede olması gerekirken; her şeyde bir kötülük girecek ya işin içine burada da oldu bu. Galericiler bu seferde şansını kaybetmiş çağdaş ressamlardan almaya başladılar Mark Kostabi gibi ama aslında Türk resminden daha iyi değil, tamamen dekoratif şeyler… Bir yandan her şey çok iyi bir yandan da kötü. Shakespeare ne kadar da haklı değil mi Macbeth de “İyi kötüdür kötü de iyi”… Doğrudur da. Müzayedeler, galeriler, çok büyük meblağların olması… Güven eşittir para oluyor. Her sanatçı sanatına çok güvenir ama en azından çok büyük meblağlar olmamalı. Sanatının iyi olmadığını bilen sanatçı girer böyle piyasalara, sanatına güvenen sanatçı girmez. Müzayedecinin kanıtlayıcılığı ile resmin aldatıcılığının tutması gerekir, dekoratif olması gerekir. Alacak olan kişi ancak dekoratif olursa onun ‘iyi’ olduğuna inanabilir. Dekoratiftir Türk resmi. Türkiye’de hemen hemen herkes giriştiği her şeyden karlı çıkmak isteyen insanlardan oluşuyor ve için sanatçıların da böyle olduğunu düşündüğümüzde böyle piyasaların olması çok normal… Yok, olmuyor, olmaz da! Geçmiş yok, müze yok, kriter yok. Bir müzayedeciye “Uzun yıllardır iyi olmayan sanatı iyiymiş gibi gösterip satıyorsunuz, dostça bir öneride bulunayım; benimle çalışın, benim sanatım gerçekten iyi sanattır ama çok yüksek fiyatlar da koymayın, makul fiyatlar olsun”. Olmadı, geri dönmediler. Çünkü iyi olmaması gerek, dekoratif ve kolay anlaşılabilir, sıradan olması gerekir. Türkiye’de resimleri yüksek fiyata satılan ressamların resimleri dünyada beş para etmiyor. Türkiye içine kapanık, Türkiye dünya ile uyum sağlayamaz. Hala Brahms’ın bestelerini benim için de senin için de yaptığını bilmiyor, Türkiye evrenselliği kavrayamamış, o Alman müziğidir, bu da Türk müziğidir deyip geçiyor. Almanya’da 30 tane müze var bir tanesinde 300 tane resim varsa oradakilerden bir tanesi bile bizde yok. Bu ülkede sanat ilerler mi? Brueghel’in ‘Körler’ adlı resmi 300 yıldır İstanbul’da asılı olsaydı ne Osman Hamdi olacaktı ne de İbrahim Çallı. Kompozisyon yok, eleman yok ama onlar üstatlarımız olarak kabul edildi. Sanatçılarımız hala aynı; bir uslüp buluyorlar ve onu çoğaltıyorlar. Bir Gauguin, bir Van Gogh olsaydı bizi öyle bir terbiye ederdi ki… bir kere gidip görmekle de olmuyor, çocukta başlayacak o görme ve bakma kültürü.

Kozyatağı, 19 Ağustos 2015

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir