Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur…

Röportaj: Başak Topkaya

ozdemir_altan

Fotoğraf: Ufuk Ülker

Geçmişten beri, sanat ile ilgili görüşlerinizi paylaşırken, çoğu zaman direkt olarak dile getirmemiş olsanız da, sizin ortaya koyduğunuz sanatın ülkemizde anlaşılmasının çok zor olduğuna değiniyorsunuz. Durum hala öyle midir? Özdemir Altan’ın sanatı anlaşılmaya başlandı mı?

Bulgularım oldukça eskiye dayandığı için, bugün anlatma olanağım da daha geniş olduğu için anlamayan daha az artık. Halk tarafından anlaşılması imkansız olmakla birlikte genç kuşaklar, sanatçılar, öğrencilerim anlıyorlar. Ancak Türk sanatının genel çizgileri dolayısıyla Türkiye’de gelişmiş göz o kadar geri kalıyor ki, devamlı olarak kötü örnekler gördüğümüz için… Düşününüz ki bir Alman çocukluğundan beri Dürer, Rembrandt, Matisse, Cezanne görüyor, bu gözün gelişmesini sağlıyor, bir formasyon sağlıyor tabi ki. Türkiye’de hiçbir şey görmüyoruz, gördüklerimiz de bol miktarda kötü resim… Son zamanlarda özellikle bazı olaylar dolayısıyla bazı ressamlar durup dururken ön plana çıkarılıp sanat gibi gösterildi maalesef. Benim çocukluğumdan beri yapmakta olduğum resim daima en yüksek sanat idealini taşıdı ve kolay anlaşılması beklenemez.

Siz bütünüyle kabul etmeseniz de, ülkemizde ilk küratöryel çalışmayı sizin yaptığınıza dair yaygın bir kabul var. Günümüz sanatı çerçevesinde düşünürsek küratör, sanatın hangi noktasındadır?

Sanat eleştirmeni anlamında kritik kelimesi kullanılırdı, küratör her alanda oluyor, araştırmacı anlamına geliyor. Küratörler; sanat yapımcıları, sanat organizatörleri, sanat üzerine teşhisler koyanlar, sanat sergileri düzenleyenler, bir sanatçı ne ise küratör de aşağı yukarı odur. Diyelim ki Manet’yi yepyeni bir gözle sergileyen, şimdiye kadar herkesin fark etmediği şeyleri gören biri küratör tanımına uyar. Türkiye’de yetişmesi çok zor, şimdilik olmadı bugüne kadar.

Soyağacı, 2015, tuval üzerine akrilik, 81x110cm

Rastlantısallık üzerine kurulu çalışmalarınızda, bir sergileme mekanından öte resmin kendi mekanı içinde aslında küratöryel bir düzenlemeden bahsetmek olası. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Rastlantı üzerine derim ki bizim yeteneğimizin sınırları vardır ama rastlantının yok eğer rastlantıyı yönlendirebilirsiniz, tabii bu deyim biraz kuşku götürür bir deyim madem yönlendiriliyor rastlantı olmaktan çıkar ama bunun ne demek olduğunu rastlantıyı kullanan insanlar çok iyi anlarlar, varsa o insanlar. Ayrıca denetimsiz ve rastlantıyla yapmış olduğum işlerim sanırım kastettiğiniz haritalar. Önce ben konunun etrafını boyayıp sonra ilçeleri kontrplaktan kestirip, yani birbirleri ile ilişkisi olmayan elemanların, kişiliklerin; çocuk, amatör, profesyonel, Rembrandt’ tan kopya dağıtıyorum ve kendilerini tamamen serbest bırakıyorum. Sonra tekrar geri aldıklarımı arkalarındaki numaraya göre yerlerine monte ediyorum ve asla hiç bir müdahalede bulunmuyorum. Sonuçta tarih boyunca sanatçılar rastlantıyı bilinçli olarak arıyor ve buluyorlardı. Ben ise rastlantıyı serbest bıraktım. Hepsinin rastlantısal bir şekilde bir yere gelmesi tarihi epey eskidir. Benim ilk defa; ‘Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur’ keşfimden kaynaklanmaktadır. Nitekim eğer siz birbirinden farklı elemanlar; çünkü Türk sanatında kimse eleman kullanmıyor, kullandıysanız espas doğacaktır. Bunlar birbirinden farklı olduğu için aynı yüzeyde durmayacak, birbirlerine iteceklerdir. Espası dert edinmeyi bana Türk düşünce sisteminin katılığı, tek taraflılığı hediye etti. Espas, batı resminin iki boyuttan üç boyuta, skolastikten hümanizme, tek sesli müzikten çok sesli müziğe geçiştir. İşte burada espasın anlamı da tam olarak ortaya çıkıyor. Rönesans için tam olarak bunu söylersek yeterli olacaktır. Espas yüzeysellikten sıyrılmaktır, derinliktir, boşluğu doldurmaktır. Resim tuvalin yüzeyine değil, boşluğuna yapılır. Türk resmine bakarsanız hala espasın olmadığını hemen anlayabilirsiniz, ben yıllardır uğraşıyorum. Nasıl demokrasi kavramı bir türlü oturmuyorsa espas da oturmuyor bir türlü, çünkü bizim tek taraflı düşünce sistemimiz en derinlerde kazılı. Birbirinden farklı elemanları kullandığınız takdirde espas ancak o zaman doğar.
Küratörlere gelince eksik olmasınlar da karıştırmayalım isterseniz… Küratöryel dediniz, zaman zaman genç arkadaşlar yazılarda yazıyorlar teşhislerde koyuyorlar tabii ki fark edilmeye başlandı. İyi şeyler olarak kabul edebiliriz belki ama ne yapalım ki kolay değil, Türkiye’de müze yok, geçmiş yok, sanat geçmişi yok. Türkiye’de sanatın olmasına imkan yok çünkü kriter yok.

Günümüzde yapılan müze çalışmalarıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Eğer uluslararası bir müze kurarlarsa çok iyi olur. İyi durumda olanlar müze yapmak istediler aşağı yukarı Ankara’da üç, İstanbul’da bildiğim üç-dört tane müze kurulacaktı ama benim sürekli konuşmamdan dolayı moralleri bozuldu, yapmadılar. Ben sürekli ‘Türk resminden müze olmaz’ dediğim için hepsi durdu ve şimdi meseleyi anladılar, bıktırıcı bir şekilde bunu hep dile getiren benim. Niye olmaz, müze şaheserlerin yuvasıdır da ondan. Rembrandt’ın, Brueghel’in, Botticelli nin, Cezanne’nin, Matisse’nin, Degas’ın mekanıdır. Türk sanatından mı öğrenilecek resim, adam yapacağı resmi unutur. Mesele yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı, bir girişimci duyduğuma göre 9 metre boyutlarında Rauschenberg satın almış, benden kaynaklanıyor, başkasının aklına bile gelmeyecekti. Günün birinde Türkiye’de doğru dürüst bir müze kurulursa altına “Özdemir Altan’a teşekkürler” yazarlarsa iyi ederler. Eğer Türk sanatçıların eserlerinden bir şey yapılacaksa ona müze denilmemeli, ancak Ulusal Koleksiyon denebilir ya da Özel Türk Resim Koleksiyonu gibi bir şey olmalı. Dürüst olmak gerek çünkü Dünya Müzeler Birliği kabul etmez ki.

Söyledikleriniz bağlamında Soyağacı serinizin yeri nedir?

Soyağacı 1990 yılında başladı, benim 9 döneminden birisiydi. Ailenin soy ağacını dayım anneme veriyor annem de bana verdi. Aşağı yukarı 1700 küsür senelerden itibaren anne tarafımdan devam ettirilen bir soy ağacı var. Sonra ben ona bizimkileri ekledim, bir de baktım ki resim gibi, ilk yaptığım soy ağaçları tıpatıp o soy ağaçlarına benzer. Zamanla zenginleşti, orada hiçten bir dünya yaratmak istediğimin farkındayım çünkü o kadar basit bir konu o kadar tekrar ediyor ki birinden diğerine geçince farklı çıkıyor, ben de şaşırıyorum. Yüzlerce oldu, yuvarlaklar içinde işaretler hep aynı konu ama hepsi çok farklı, hiçten bir dünya yaratma içgüdüsü aslında. Asla bir karar vererek yapmam, önyargıyla başlamam; başlarım olur, yaparım olur, zaten oluncaya kadar da uğraşırım eğer olmuyorsa. Soy ağaçları benim çok sevdiğim yemek gibi. Dönem olarak 1990’da başlıyor ama zaman zaman hep çıkıyor karşıma… Yeteneğimizin sınırları var ama rastlantının hiç yok. Sonsuzluğa gidiyor; gökyüzü gibi, feza gibi. Müzelerin Türk resmi değil de büyük üstadların resimlerin alınması, müzede olması gerekirken; her şeyde bir kötülük girecek ya işin içine burada da oldu bu. Galericiler bu seferde şansını kaybetmiş çağdaş ressamlardan almaya başladılar Mark Kostabi gibi ama aslında Türk resminden daha iyi değil, tamamen dekoratif şeyler… Bir yandan her şey çok iyi bir yandan da kötü. Shakespeare ne kadar da haklı değil mi Macbeth de “İyi kötüdür kötü de iyi”… Doğrudur da. Müzayedeler, galeriler, çok büyük meblağların olması… Güven eşittir para oluyor. Her sanatçı sanatına çok güvenir ama en azından çok büyük meblağlar olmamalı. Sanatının iyi olmadığını bilen sanatçı girer böyle piyasalara, sanatına güvenen sanatçı girmez. Müzayedecinin kanıtlayıcılığı ile resmin aldatıcılığının tutması gerekir, dekoratif olması gerekir. Alacak olan kişi ancak dekoratif olursa onun ‘iyi’ olduğuna inanabilir. Dekoratiftir Türk resmi. Türkiye’de hemen hemen herkes giriştiği her şeyden karlı çıkmak isteyen insanlardan oluşuyor ve için sanatçıların da böyle olduğunu düşündüğümüzde böyle piyasaların olması çok normal… Yok, olmuyor, olmaz da! Geçmiş yok, müze yok, kriter yok. Bir müzayedeciye “Uzun yıllardır iyi olmayan sanatı iyiymiş gibi gösterip satıyorsunuz, dostça bir öneride bulunayım; benimle çalışın, benim sanatım gerçekten iyi sanattır ama çok yüksek fiyatlar da koymayın, makul fiyatlar olsun”. Olmadı, geri dönmediler. Çünkü iyi olmaması gerek, dekoratif ve kolay anlaşılabilir, sıradan olması gerekir. Türkiye’de resimleri yüksek fiyata satılan ressamların resimleri dünyada beş para etmiyor. Türkiye içine kapanık, Türkiye dünya ile uyum sağlayamaz. Hala Brahms’ın bestelerini benim için de senin için de yaptığını bilmiyor, Türkiye evrenselliği kavrayamamış, o Alman müziğidir, bu da Türk müziğidir deyip geçiyor. Almanya’da 30 tane müze var bir tanesinde 300 tane resim varsa oradakilerden bir tanesi bile bizde yok. Bu ülkede sanat ilerler mi? Brueghel’in ‘Körler’ adlı resmi 300 yıldır İstanbul’da asılı olsaydı ne Osman Hamdi olacaktı ne de İbrahim Çallı. Kompozisyon yok, eleman yok ama onlar üstatlarımız olarak kabul edildi. Sanatçılarımız hala aynı; bir uslüp buluyorlar ve onu çoğaltıyorlar. Bir Gauguin, bir Van Gogh olsaydı bizi öyle bir terbiye ederdi ki… bir kere gidip görmekle de olmuyor, çocukta başlayacak o görme ve bakma kültürü.

Kozyatağı, 19 Ağustos 2015

Ben Sanatın Sade, Arık Olanını Tercih Ediyorum, Yapıtlarım da O Şekilde Göndermesiz, Çocuksu, Saf ve Arık.

Röportaj: Hande Özdilim Yıldırım ve Dolunay May

D.M.: Serginizden ve kurgusundan biraz bahsedebilir misiniz?

Y.T.: Resimlerimin içerisinde, kadrajda yer alan, var olan biçimler sürekli yenileniyorlar. Bunun yanı sıra bir yandan da hiçbir zaman terk edemediğim ifadeci gibi görünen biçimlerim var. Kuşkusuz bu süreçte renkte devreye giriyor, renkte önemli oluyor benim için. Aslında tüm sergilerimde olduğu gibi bu sergimde de ben çok samimiyim, yani çok içten davranmak istiyorum hatta içten geliyor her şey. Bugüne değin hesapsız kitapsız, kasılmadan, rahat sergiler yaptım. Mine Sanat Galerisi’ndeki son sergimin de böyle olmasını istiyorum. Ben birey olarak neysem sergide adeta onun göstergesi olacaktır.

yusuf_taktak

Fotoğraf: Ufuk Ülker

D.M.: Bu serginizde yer alacak çalışmalarda, plastik düzlemde gözle görülür bir sertlik söz konusu. Plastik unsurlar dışında politik veya siyasi bağlamda da sert bir söylemden bahsedebilir miyiz?

Y.T.: Öğrenciliğimden başlayıp bugüne kadar gelen süreçte, çoğu zaman tarif ettiğiniz sertlikte politik bir duruş sergiledim. Benim şimdiye kadar yaptığım duvar resimlerinde olsun, ondan sonraki süreçlerde olsun, hem içerik olarak hem de biçimsel olarak net ve sert duruşum içeriğin iyice olgunlaşmasına yaradı. Burada da içten içe düşündüğümüz zaman sizin de dediğiniz gibi belki de toplumsal durumun son bir yansıması da oluyor bu resimlerde. Bir çeşit ben varım ama ben böyle bir toplumda yaşıyorum, bunun yansımaları da olabilir. Ben resimlerimde soyut düşünüyorum, aslında soyut düşünmek istediğim için de öyle oluyor. Hiçbir zaman illüstre etmek istemiyorum, hikaye anlatmak istemiyorum. Zaten yaşamda hikayenin kendisi olup bitiyor. Ben bu hikâyenin ötesindeki gerçekliği, sanatsal yorumumla anlatmaya, ifade etmeye çalışıyorum. Bahsettiğim gibi kavramsal sanat ile bağlantı kurduğum yıllar 70’li yıllardı. 70’li yıllarda fotogerçekçi resimle tanıştım. Aynı dönemde dünyada kavramsal sanat da alabildiğine popüler olmuştu. Herkes kavramsal sanattan etkilenmişti. İzlediğim yayınlarda onunla ilgili görseller görüyordum, bazı kitaplarda bir şeyler okuyordum, kavramsal öğeler benim resimlerime de yansıdı. Hiperrealist anlayışta resim yapmayı bıraktıktan sonra hatta yaparken de zaten benim savım şuydu: Ben ayda bir tane, dört ayda bir tane resim yapacak insan değilim. Ressamlar fotogerçekçi ya da hiperrealist ressamlar vakti zamanında yapılacak en önemli resimleri yapmışlardı. Benim bir kez daha yapılan şeylerin üzerinden gitmem, kopyacılıktan öte anlam taşımaz diye düşündüm. O yüzden terk etmiştim. Bu yaklaşım bana özgün bir tavır gibi gelmedi. Benim kendimi bulmam lazım, ben kimim diye arayışa geçtim. O dönem kafamı meşgul eden bu düşünceler, benim için çok değerlidir. Gerçekten realist resmi iyi ki de bırakmışım. O döneme ait gerçekten iyi resimlerim vardır. Kendi çapımda fotogerçekçilik ile toplumsal gerçekçiliği birleştirip farklı bir biçimde resimler yapmaya çaba göstermiştim. Ülkemizde ki politik kavgaları, öğrenci olaylarını fotogerçekçi yöntemle ortaya çıkartıyordum. Bu dönemlerden başlayarak 80’li yıllara geldiğimiz zaman zaten 12 Eylül olmuş insanlar hapislere tıkılmıştı, işkenceler almış başını gitmiş ve dolayısıyla biraz korkaklık, biraz içine sinme, herkesin uzaklara gitmesi, insanlarda psikolojik travmalar yaratmıştı. O aşamada işte insan kendiliğinden sanatın özü olan plastik öğelerin araştırmasına, bunların iyice kavranmasına, bu konuda örnekler verilmesine doğru yönleniyor. Bende işte bunları yaptım. Her resimde bir kere kavram vardır, her resimde plastik öğeler vardır, her sanat eserinde kimi zaman birisi öne çıkar kimisi arkada kalır ya da tam tersi olur, böyle devam eder. O yüzden işte benim bu düşünce tarzım aslında değişmedi. Beni iyi takip ettiğiniz zaman varyasyon resmi, çeşitleme resmi yapmadığımı fark edersiniz. Bakıyorsunuz sanatçı akademide öğrenci, ne yapıyorsa halen onun en iyisini yapıyor doğal olarak. Birincisi eli kuvvetlidir o yüzden ressam olmuştur, ikincisi bir şeyi yapa yapa o konuda ustalaşmıştır. Aynı şeyin açığı, koyusu, ortası, vs. Onları eleştirmek adına söylemiyorum, sadece değerlendirmek açısından söylüyorum. Ben de o hiçbir zaman olmadı. Ben bu tür anlayıştan hep sıkıldım yani hiçbir zaman varyasyon resmi yapmadım ama benim sahip olduğum biçimler vardı. Onları ben kendi kendim yarattım. Çok mutluyum doğrusu ve onlar benim bir çeşit oyuncularım, o oyuncularla beraber bugüne kadar geliyorum. Birbirini takip eden işler yapıyorum, değiştiriyorum renksiz oluyorum, renkli oluyorum. Aynen insanın dünyası gibi kimi zaman karamsar oluyorsunuz griler, siyahlar; kimi zaman renk oluyor yani değişkenlik gösteriyor kimi zamanda, ara tonlarda oluşan resimler oluyor. Bunlar benim dünyamı besliyorlar.

D.M.: Sadece plastik anlamda değil, kavram bağlamında da soyut düşünüyorum diyorsunuz. Sanatın kimi yaklaşımlarında, kavramsal sanat ile pentür farklı kategoriler olarak ayrıştırılır. Soyut düşünen bir sanatçı olarak, söz konusu yaklaşıma katılır mısınız?

Y.T.: Ben aslında, geçen yüzyılın büyük ustası Picasso’nun bir lafı vardır: Her zaman unutmadan söylemek isterim onu, öğrencilerime de her zaman aktarırım, benim için önemli bir sözdür. Birtakım insanlardan söz alarak ilerlemek benim pek hoşuma gitmez. Çünkü bu bir anlamda tapınma ya da buyurgan üslupla ilerlemek gibi algılanabiliyor. Picasso diyor ki, soyut ya da somut resim diye bir ayrım yoktur, zaten sanatın özü soyuttur. Bence bu çok önemli bir saptamadır. Sen mekanı soyut olarak tasarlamazsan eğer öyle hayal etmezsen başarısız olursun. Ancak onu soyut olarak gördüğünüz zaman resimdeki biçimleri, renkleri hep soyut olarak tasarladığın zaman resmin özünü görebilirsin, demek istiyor. Bu çok hoşuma giden bir tanımlamadır. Ben kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Benim kendi kendime yaptığım şeylere yaşadığım şehir, yani İstanbul yansıyor. İstanbul kültür varlıklarının tümünü biliyorum, kitapları takip ediyorum, dünya sanatını takip ediyorum, ne olup bitiyor diye. Yalnız sanat düşüncesinde bir şeyin takip edilmesinden, bir şeyin izinden gidilmesinden çok rahatsız olmak gerekiyor. Doğrusu bende bundan çekinirim; yani birine benziyor, şunu çağrıştırıyor denmesinden alabildiğine rahatsız olurum. Bir sanatın, sanatçının kökleri olması gerekir. Köksüz sanat olamaz. Ben şunları yapıyorum, dediğim zaman benim köklerimin o yapıtta bulunması gerekir. Ben de bulurum ama birini taklit etmek, birine göre resim yapıyor olmak, birine göre sanat yapıyor olmak, benim için en kötü en olumsuz şeydir. Ondan uzaklaşmaya çaba gösteriyoruz. Elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum. Özgün olmak gerekiyor, ne kadar özgün olabilirseniz o kadar varsınız. Zaten belirgin sanat biçimlerinden kaçıp bugüne gelişiminde gerekçesi bu, bir şeye sıkı sıkıya bağlı kalmak bir şeyin bayraktarlığını yapmak istemiyorum. Ben de olan, kötü de olsa, Yusuf Taktak’ın içindeki resmi yapmak istiyorum. Başarılı olsam da olur, olmazsam da olmam, bu kadar basit. Hiç bu konuda zorlamaya gerek yok bence… Yani o kadar rahat olmak istiyorum, çocuk duyarlılığı ile resmetmek istiyorum. Tuval yaptığım için de çok mutluyum çünkü tuvalde bir şeyler yaratıyorum. Adeta çamur gibi fonlar buluyorum, formlar yaratıyorum. Bundan hoşlanıyorum. Son dönem yaptığım resimlerde kullandığım yatay ve dikey çizgiler elbette dünya sanatında da var ama bu çizgileri buldum diye inanır mısınız çok sevinçliyim. Bundan bir şey çıkacak, çok eminim. Benim resimlerimde kullandığım dikili taşlar, benim diyorum çünkü onları benimsedim ben, Sultanahmet Meydanı’na çok gittim. Dikilitaşların tarihini, nişan taşlarını araştırdım. Kendi resmimin içinde eritmeye çalıştım. Bisiklet de keza onun gibi bir şey. Üçgenden dikilitaşa gidişte öyle oldu. Çadır üçgene ve dikilitaşa doğru vardı. Doğu Ergin’in güzel bir tanımlaması var, benim resimlerimi gördükten sonra bunlar dikilitaş değil, uygarlık taşlardır, hocam dedi. Zaten dikilitaşlarda uygarlıkların simgesi değil mi? Her uygarlık kendine özgü bir takım taşlar dikiyor. Ben de işte zaman diliminde İstanbul’da sanatsal yaşamını sürdüren bir kişi olarak kendime ait dikilitaşlar oluşturmaya çalışıyorum, bir şeyler yazmaya, çizmeye çalışıyorum.

İsimsiz, 2015, tuval üzerine akrilik, 89x116cm

H.Ö.: Siz resimlerinizde bisiklet, dikilitaş, üçgen gibi bir takım simgeler kullanıyorsunuz, bunların birbiriyle bir ilişkisi var mı?

Y.T.: Olmaz mı? Çok var. O yüzden birbirini takip eden biçimde geldiler. Doğrusu çok mutluyum. Mesela ben akademideki öğrencilik yıllarında o delikanlılığın verdiği heyecanla elbette motosikleti sevecektim. O yıllarda hep hayalim, motosikletime sevgilimi alıp bir yerlere gitmekti. Neden sonra ağır ağır Türkiye’de yaşadığımın farkına varmaya başladım, ayaklarım yere bastı. Motosikleti terk edip, bisiklete dönmem aslında ayaklarımın yere basması Türkiye’de yaşadığımın ayrımına varmamla gerçekleşti. Sonra çocukluğumdan beri sahip olamadığım bisikleti hem nostaljik bir form olarak hem de insanın yaşamını simgeleyen bir form olarak resimlerimde kullanmaya başladım. Hayatta daha önce de sözünü ettiğim gibi hep ileri gitmek zorundasınız. İnsan yaşamı gibi bisikletle giderken de geri vites geri dönüş yok. Hep ileri gidiyorsunuz ve takatiniz yettiği sürece de gideceksiniz. Bisiklet aynı zamanda hareketi simgeliyor. Bunun yanında bisikletin formunda üç tane üçgen var. Çadırda üçgen formundadır. Bunu ilk fark ettiğim zaman çok heyecanlandım. Sonra bisiklet ile resimde simgesel olarak hareketi vurgulamak istiyordum. Aynı zamanda çadırdan çağrışım ile kullandığım üçgende hep yukarı doğru bir hareket etkisi vardır.

H.Ö.: Aslında obeliskte de yukarı doğru bir hareket var. Bununla ilişkilendirebilir miyiz?

Y.T.: Evet. Üçgende oradan kaynaklı, obeliskte… Sultanahmet Meydanındaki boşluğu çok seviyorum. Ondan sonra orada boşluktan fırlayan bir formdur dikilitaş formu, obelisk üzerindeki hiyeroglifler çok önemlidir. Ben işlerimde kendi yazılarımı yazmaya başladım. Zaten yazı kullanıyordum, yazı karakterini kullanıyordum. O bakımdan da dikilitaşlar benim sanatımı çok etkilemiştir.

H.Ö.: Bisikletin, obeliskin, üçgen formunun sizde çağrıştırdığı anlamlar var. Bunun üzerine kurguluyorsunuz resimlerinizi veya diğer işlerinizi. Peki bunu izleyenler ne şekilde algılıyor ya da alımlıyor ve size bununla ilgili geri dönüşler oldu mu? Özetle, yapıtlarınızın üretim sürecinde düşünmediğiniz ama izleyicilerin sizinle paylaştığı farklı çağrışımlar, fikirler oldu mu?

Y.T.: Olmuştur. Genellikle, biraz faydacı bir yöntemle karşılaşıyoruz. Yani gelen eleştiriler sözüm meclisten dışarı ama dinlemiyor, üç aşağı beş yukarı benzer şeyler söyleniyor, yine aynı şeyler naklediliyor. Tek tük bazı yerlerden yorumlar oldu yani bir yerlere dayandırmak, psikolojik boyutlarıyla araştırmak gibi. Mesela yıllar önce Yapıkredi Kültür Merkezi’ndeki bir sergime İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden bir hoca gelmişti. Benim sergilenen üç pembe bisikletimi, oldukça cinsi meselelerle yorumladı. Öyle dönüşü olmuştu. Buna benzer dönüşler hep oldu. Öyle düşünmediğim halde, hayal etmediğim halde, içten içe tasarlanan bir şeydir, diye kendi görüşlerini açıkladı ve kanıtlamaya çalıştılar. Bununla ilgili yazılar yazıldı.

D.M.: Çalışmalarınızda bir hikaye anlatmamanıza rağmen, kavram üzerinde şekillenen anlatı, izleyeni farklı düşüncelere yöneltmeye davet eder nitelikte. Çalışmalarınızın bu yanından biraz bahseder misiniz?

Y.T.: Bence sanatçı işini atölyesinde yapar, ondan sonra getirir galeriye koyar ve o dakika iş bitmiştir. Sanatçının yapıtları sergi alanına bıraktıktan sonra konuşma hakkı yoktur. O sanat eseri halkın oluyor artık, toplumun oluyor. O toplum ne isterse, o hayali kurabilir. Zaten soyut sanatın özünde de bu vardır. Yoruma açıktır. Adeta bulutlara bakıyoruz. Tıpkı çocukken yaptığımız gibi bulutlara bakıp figürler bulmaya çalışırsınız ya, onun gibi. Bir yapıtı sanatçı galeriye, müzeye ya da bir koleksiyoner evine, vs. astığı ya da yerleştirdiği anda söz hakkı bitmiştir. O eseri değerlendirme, o eser hakkında yorumda bulunma sırası ona bakan kişilerdedir. İllaki şöyle düşüneceksiniz, böyle yorumlayacaksınız diye bir yönlendirmede olamaz. Olumlu bakmak gerekiyor, son derece güzel bir şey bence bir eserin farklı farklı yorumlanması. Çünkü insanlar kendilerini kendi yaşamlarını bulması gerekir resimde. Resmin özelliği buradadır. Gerçekçi resimler farklı ama siz hep işçi resmi yaparsınız, gelir herkes onu işçi olarak görür. Resim olarak bakmaz oraya. Gül yaparsınız gül olarak görür. Kırmızıgül yaparsanız sevgilisini düşünür, en fazla o kadar düşünür, dostunu düşünür. Oysa soyut resimler de, kavramsal resimlerde bundan daha fazlası vardır. İzleyiciyi düşünmeye sevk ediyor, hayaller kurmasına neden oluyor. O bakımdan da ben soyut resmi çok benimsedim. İzleyiciyi çerçevelenmiş bir hapishane ilişkisine sürüklemek istemedim.

H.Ö.: Resimlerinizde de mekansal ilişkiyi önemsiyor musunuz?

Y.T.: Mekanı çok sevdiğim için hep bilinen bir özelliğimdir. Ben çok sergi yaptım. Resim heykel Müzesi’nde, çeşitli galerilerde birçok arkadaşımın sergisini ben yaptım. Önemli Türk Resim Heykel Sergileri, Öncü Türk Sanatı Sergilerini düzenleyen, Günümüz Sanatçıları saygılı düzenleyen birisin yani toparladım zaman yaptığın gerçekten çok selamı var kendi sahiplerinin dışında buda demek oluyor ki sen mekanı çok seviyorum mekan algılamam gerçekten çok iyi mekanlar yaşıyorum işte bu özellik var ben de seni çok öpüyorum çok algılıyorum soyut yaptığım için yani bitmemiş olan resmi yani bir aydır bakıyorum belki de yine sürekli değişime uğruyor kamera komiserim görebilirdiniz karşıdaki gri resimde mekanı görüyorum yani farklı mekanlar görüyorum mekan benim için vazgeçilmez bir duygu aslında.

D.M.: Dikilitaşlar bisikletler şehrin önemini de ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda düşündüğümüzde Bodrum serginizin Bodrum kenti temelindeki özelliği nelerdir?

Y.T.: Bodrum’un sanat dünyası için de sanat izleyicisi için de çok ciddiye alındığını düşünmüyorum. Bu dinlenmeler arasında insanlar galeri gezmesi yapıyorlar. Görebildiğim kadarıyla bu minvalde, Bodrum’da durum. Bu serginin Bodrum’a bu anlamda gönderimde bulunmasını düşünmedim, yaşamadım ben orada çünkü. Bodrum’u bir dış gözlemci olarak bilebilirim. Ara sıra gittiğim hoş bir yer benim için. İstanbul dışında sergi açmak, benim için bir sergiyi bir yere taşımak, bu tür sergilere o bağlamda bakıyorum ben. Bir düşünce yapısının başka bir kentin ışığında, oranın insanının gözünde nasıl algılanacağını görmek önem kazanıyor benim için. Örneğin yine bu şekilde doğduğum yere gittim. Afyon da doğdum ben. Doğduğum yer olmasına rağmen o şehre bir göndermesi olmadı işlerimin. Sadece çocukluğum orada geçtiği için, hayallerimdeki bisiklete sahip olamadığım için bir etkisi vardır, belki ama düşünce yapısını yine İstanbul’da oluşturdum. Benim için ürettiklerim İstanbul resimleridir. Resimlerim diğer şehirleri sadece ziyaret ediyorlar, farklı yerlerde sergi açtığım zaman. Bugüne kadar hep böyle oldu, o şehre dair bir gönderimde bulunmadı işlerim. Bodruma ait bir şeyler yapabilirdim belki, orada derin bir uygarlık olmuş, onları özümseyen, değerlendiren işler silsilesi olabilirdi tabi.

H.Ö.: Resimlerinizde izi olmasa bile sergi açmayı düşündüğünüz şehirler, üretim sürecinizdeki motivasyonu etkiliyor mu?

Y.T.: Kuşkusuz etkiler. Mine Hanım ile Bodrum’daki sergi için konuştuktan sonra telaş başladı. Ne yaparım nasıl yaparım diye. Sergime gelen insanlara saygı bağlamında hazırlık yaparım hep. Sorumluluk duyuyorsanız stres zaten vardır. Buna rağmen ben hep son dakikacıyımdır ve bu konuda da çok başarılıyımdır. Bodrumdaki sergiye bilinen resimlerimi koyacağım. Birkaç tane yeni işimde var. Bu sergi sayesinde sanatseverler yeni işlerimle tanışacaklar. Bu yeni resimlerimi de ilk defa galeri ortamında göreceğim, o bakımdan da önem taşıyor bu sergi benim için.

D.M.: Bodrum’un insanların zihninde oluşturduğu sayfiye yeri izlenimin yanında, yaz mevsiminin sanatsal etkinliklere ara verilen bir dönem olduğu üzerine genel algı sanatsever ve sanatçı için çoğu zaman geçerlidir. Yaz döneminin sanatsal üretim bakımından sizdeki yeri nedir?

Y.T.: Bu konuda çok ilginç bir anekdot aktarmak isterim. Akademide olduğum dönemlerde, çok önemli isimler mesela Cevat Dereli gibi ustaların atölyeleri yoktu. Üretimlerini evlerinin bir odasında ya da çok kısıtlı imkanları olanlar odanın bir bölümünde sürdürüyorlardı. Bu nedenle akademi hocaları dört gözle beklerdi yaz gelsin, öğrenciler atölyeleri terk etsin ve onlara atölyede kullanım alanı açılsın diye. Herkes tatile gittiğinde onlar asıl üretimlerini yazın yaparlardı. Bildiğimiz tüm eserleri yaz işleri aslında. Ve kışın da onları sergilerlerdi.

D.M.: Sizce şimdi böyle bir kesinti oluyor mu?

Y.T.: Ressamın avantajı diğer sanatçılara göre sinemacı diğer olanaklara muhtaçtır, mimar bir talep varsa üretim yapar, ama ressam en kısıtlı yerde bile kağıdı kalemi çıkarıp resim yapabilir. Benim her gün programım bellidir. Sabah dokuzda gelip şu koltuğa otururum ve mesaim başlar. Bazen gecenin yarısına kadar sürer. Sanatçılar atölye sahibi olmaya bizlerin döneminde başladılar. Atölye sahibi olmak çok önemlidir aslında. O fildişi kule de kendi başına kalıyorsun. Ona kapandığın zaman sanat eseri daha çok çıkıyor.

H.Ö.: Yazmaya ve küratöryel anlamda üretmeye nasıl başladınız?

Y.T.: Öğrenciliğimde Adnan Çoker sergilerinde asistanlık yapardım. Sonra müzede Sabri Berkel’e yardımcı oldum. Sergi ve müze düzenlemelerinde bulunmak hoşuma giderdi. Kendimi hep böyle faaliyetlerin içinde buldum. O heyecanla, o dönemde Milliyet Gazetesi’nde yazılar yazmaya başladım. Yazıya karşı ilgim benim lise yıllarında başladı, edebiyat kulübü başkanıydım. Öteden beri yazı yazmayı, şiir yazmayı istiyordum aslında. Resim ağır bastı ama hala zaman buldukça yazıyorum. Bir ressamın yazabildiği kadar yazmak istiyorum. Sanat basittir aslında, o kadar çetrefilli değildir. Sanat ile ilgili bazı yazıların dipnotlarını, referanslarını da eleştiriyorum aslında, ya ben ne yapmışım diyorsunuz, uzaklaşıyor yaptığınız iş sizden. Ben sanatın sade arık olanını tercih ediyorum, yapıtlarım da o şekilde göndermesiz, çocuksu, saf ve arık. Sanatında böyle olduğunu düşünüyorum. Yapıtlarımı da böyle ortaya koyuyorum. Ben kendi dilimin döndüğü şekilde yazıyorum. Anılarımı yazmaya başladım. Yazdıkça iyi şeyler çıkıyor. Edindiklerimi paylaşmak istiyorum, o yana da ihtiyaç var. Bir ara eleştiride yazdım, farklı isimler kullanarak. İlki hayat mecmuasındaydı. Cahil cesaretiyle yazdığım ilk yazı dizimin başlığı “Osmanlı İmparatorluğu Son Dönem Ressamları” idi. O yazıları hala sanat tarihçileri dipnot olarak kullandıkları referans aldıkları bir yazı dizisidir. O dönemlere ait başka kaynak yoktur, çünkü.

H.Ö.: Arşivciliği de önemsiyorsunuz.

Y.T.: Arşiv de yaşamımla koşut gitti. Arşiv yapmak öğrencilik yıllarımda başlayan ve hiçbir şeyi atamamamdan kaynaklanan bir alışkanlığın sonucudur. Hatta üzerinde çok şakalar yapılırdı, bir şeyi atacaksan Yusuf’a ver, o saklasın, derlerdi. Sanatla ilgili her şeyi topluyordum, onlar şimdi çok değerli oldu. Salt, Vasıf Kortun’un değerli desteğiyle bu arşivi önemsedi, bugün üzerinde hala çalışıyorlar. Arşiv meselesini Vasıf’ın önemsemesi kutlanması gereken bir çabadır. Yaptığım sergiler var, ‘Öncü Sanat Sergileri’ bunlardan bir tanesi, ‘Günümüz Sanatçıları’ sergisini de ortaya çıkaran benim. Bunu başta söyleyemiyordum ben yaptım, diye ama artık söylüyorum. O sergileri ben başlattım. Devrim Erbil’i, bir müze açık alan sergisi düzenlemez, diye uyarmış olmasam bu projeler gerçekleşmezdi. O dönemde, bir yağmur yağdı gece yarısı müzenin arka bahçesindeki eserler sular altında kaldı. Bu sergi ödüllü olsun fikrini de ben getirmiştim. Önceden d evlet sergisi mantığında gerçekleştiriliyordu. Binlerce sanatçı katılırdı sonra bu sayı on beş kişiye düştü. Mine Sanat Galerisi’nde de düzenlediğim, küratöryel anlamda katkım olan sergilerimde var. Birçok sergiye de isim babası oldum.

Asmalımescit, 3 Ağustos 2015

Çizgi İnsan Aklının Soyutlamasıdır

Röportaj: Dolunay May

Sanata olan ilginizin edebiyat ile başlayıp lise çağında resim alanında yoğunlaşarak Akademiye girişinizle birlikte bugün tanıdığımız ressam Devrim Erbil meydana getirdiğini biliyoruz. Edebiyatçı yanınızın resimlerinize olan etkilerinden bahseder misiniz?
Öncelikle edebiyata olan eğilimim, sanatıma yansımasından öte bir kişiliğin gelişim hikayesidir. Bilindiği gibi 5-6 yaşlar insanın kimliğinin oluşmaya başladığı dönemlerdir. Bu yaşlardan sonra ekleyeceğiniz her özellik bu kişiliğin üzerine diktiğiniz bir yamadır. Okula başlayıp, okuma-yazmayı öğrenmeye başladığım dönemde, içimdeki bir takım duyarlıklar ön plana çıkmaya başladı, şiir kitaplarına, öykü kitaplarına karşı fazlasıyla ilgi duymaya başladım. Edebiyatla ilk tanıştığım bu dönem, sözcüklerin yan yana kurulduğu, insanın iç dünyasını açımladığını hissettiği bir dünya ile karşılaşma anıdır. Tabi bu günümüz çocuğunun yaşamayacağı bir deneyimdir ki bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Televizyon başta olmak üzere günümüzün diğer iletişim araçları özellikle görsel sanatlara etkisi bakımından, çocuklara dolaysız görsel bir dünyanın olanaklarını sunmaktadır. Bu anlamda günümüz çocuğu sanatın her alanındaki kaynaklara ulaşabilmekte, dünyanın bir ucundaki sergileri, müzeleri evinden , oralara gitmek zorunda kalmadan takip edebilmektedir. Bu teknolojik imkanların yanında, günümüz aileleri çocukları ile birlikte sanat olaylarını takip edebilmekte, sergileri, sanat fuarlarını hep birlikte gezebilmektedir. Kısaca günümüzde bir çocuğunun kimliğinin oluşmasında, kendi iç dünyasını keşfetmesi konusunda eskiye göre büyük avantajlara sahip. Bu avantajlar aynı zamanda çocuğun hayal gücünü genişletmesinde büyük olanaklar sağlarken, yaratıcılığın da itici gücünün oluşturmaktadır. Benim çocukluğum yani bundan 70 yıl öncesinden bahsedersek, imkanların çok kısıtlı olduğu, var olan her şeyi yeniden keşfettiğiniz bir dönemi anmış oluruz. Bırakın çocuklar için olan yayınları, yetişkinler için bile kaynakların çok yetersiz olduğu bir dönemdir. Akademide hocam olan Bedri Rahmi (Eyüboğlu) ile bir sohbetimizde “Ben Akademiden mezun olana dek sadece iki tane renkli resim görebildim, biri Van Gogh’un Postallar’ı diğeri ise Gauguin’in bir resmiydi” demişti. Bu söz, o dönemlerde, özellikle sanat alanında kaynakların ne kadar kısıtlı olduğunu çok iyi örnekler. Bu nedenlerle benim çocukluğum görsel sanatlarla temasın çok zor hatta imkansız olduğu bir dönemde geçti. Çocukluk dönemimde, görsel sanatlarla ilgili hatırladığım tek nokta çok güzel haritalar çizdiğimdir. Görsel sanatlara karşı bir yeteneğimin olduğunu keşfedebileceğim bir ortam mevcut değildi. Belki de bu konuda bir duyarlığa sahip olduğumu hissedebileceğim tek alan, dikiş-nakış hocalığı yapan annemin kumaşlara işlediği motiflere, yazılara gösterdiğim ilgidir.

İstanbul, Ayasofya – Sarı, 2014, tuval üzerine karışık teknik, 90x180cm

Kitap okuyabilmeye başladığım anda, kelimelerin o gizemli, büyülü dünyası beni kendisine çekti. Bir süre sonra şiirler, öyküler yazmaya, kompozisyon yarışmalarına katılmaya, bu alanda ödüller kazanmaya başladım. Örneğin benim için önemli bir anı olarak, ilkokul son sınıfta, coğrafya hocamız bizden İtalya’yı anlatmamızı istemişti. Ben İtalya hakkında araştırma yapıp, bilgiler topladıktan sonra İtalya’yı bir hikaye şeklinde yazmıştım. O dönemler arkadaşlarımı etrafıma toplar, onlara hayali öyküler anlatırdım, onlar da ilgiyle dinlerdi. Hayal gücümdeki gelişimi, o dönemdeki hikaye seven, şiir seven yanıma borçluyum. Ortaokul döneminde, branş dersleri hocalarıyla tanışmam bu konuda daha önemli kırılmalar yarattı. Bu hocaların en önemlilerinden biri, resimlerini hayranlıkla da izlediğim Sırrı Özbay’dır. Beni ilk keşfeden, sanatıma ilk yön veren bu hocalar, özellikle de Sırrı Özbay’dır. Kendisi çok az bilinse de Sırrı Özbay’ın Türk resim tarihi içinde çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Sırrı Özbay, Adnan Turani’nin de çok yakından tanıdığı bir sanatçıdır. İkisi aynı okulda resim öğretmenliği yapmıştır. Adnan Turani, Türk Resim tarihi ile ilgili kaleme aldığı bir kitabı ile ilgili benimle görüştüğünde kitabına mutlaka Sırrı Özbay’ın eserlerine de yer vereceğini, fütürizmi ülkemizde ilk uygulayan sanatçı olarak Sırrı Özbay’a değinilmeden Türk Resim Tarihinden bahsetmenin eksik kalacağını aktarmıştır. Sırrı Özbay’ın okul yıllarımda bana olan tavsiyelerinin yanında, tanıştığım ilk sanatçı kimliği olarak benim sanatımda önemli etkiye sahiptir. Sırrı Özbay ilginç bir kişiydi. Naif, içe kapanık, genelde hüzünlü, yalnız bir kişiydi. Sonraları öğrendiğim kadarıyla geçmişinde yaşadığı hüzünlü bir aşk hikayesi nedeniyle bu hali almıştı. Sırrı Özbay’ı anınca bahsetmeden geçemeyeceğim bir hikayede, hep cebinde taşıdığı bir gazete kupürüdür. İsmail Hakkı Baltacıoğlu o dönemin en önemli sanat yazarlarından biriydi. Sırrı Özbay’ın cebinde taşıdığı bu gazete kupürünün başlığı şu şekildeydi “Talihi gür ressam Bedri Rahmi, talihi kör ressam Sırrı Özbay”. Bedri Rahmi de bahsettiğim gibi çok yakından tanıma fırsatını yakaladığım bir sanatçıdır, benim hocamdır, Akademide 20 yıla yakın öğrencilik ve asistanlık dönemlerim dahil olmak üzere birlikte geçmiştir.
Benim Akademideki öğrencilik yıllarımda Türkiye’de sanat eğitimi veren iki kurum vardı, biri şimdiki adıyla Mimar Sinan (Güzel Sanatlar Üniversitesi), diğeri ise Gazi Eğitim (Enstitüsü)dir. Anadolu’da yaşayan, sanata eğilim olan öğrenciler Gazi Eğitim’e, İstanbul’da yaşayan veya Anadolu’da yaşayıp varlıklı ailelerden gelen çocuklar Akademi’ye giderlerdi. Benim lisede iyice belirginleşen sanata olan düşkünlüğüm ve bir diğer önemli resim öğretmenim İrfan Yılmaz’ın bana olan ilgisi sayesinde lisede sergiler açmaya başladım. Bunların en önemlisi, 60 yıllık sanat hayatımın başlangıcı olarak saydığım Sırrı Özbay’ın desteği ile lise son sınıfta açtığım sergidir. İsimlerini saydığım öğretmenlerimin etkili yönlendirmeleriyle, diploma notumla birçok önemli kuruma girebilecekken Akademiye kayıt oldum. Lisede şanslı olarak aldığım, mantık, sanat tarihi, felsefe dersleri Akademi’deki eğitimimde ve devamındaki Akademik kariyerimde önemli avantajlar sağlamıştır.
Sorunuzun biraz dışına da çıktım ama sorunuzla ilişkili olarak söylemeliyim ki, okul çağlarımda sadece benim yaşadığım çevrede değil her yerde edebiyat şimdikinden yaygındı ve oldukça ilgi görüyordu. Örneğin birçok şair, ozan, yazar ülkenin farklı şehirlerini dolaşır, edebiyat matineleri yaparlardı. Ben Bedri Rahmi (Eyüboğlu)’yi Akademi’den önce bu edebiyat matinelerinde tanıdım. Aynı dönemin edebiyat dergileri halk arasında çok popülerdi. Hatırlarım trenin istasyona gelme saatini takip eder, bu trenle gelecek edebiyat dergilerinin, gazetecilere geleceği saati heyecanla beklerdik. Kısaca o dönem sanatı tırnaklarınızla, söke söke takip ediyor, ulaşmaya çalışıyordunuz. Arkadaşlarla edebiyat konuşur, Kafka’yı tartışırdık. O dönem okuduğum Balıkesir Lisesi, çok iyi eğitim veren, hocaları Avrupa’da eğitim almış, önemli bir liseydi. Bu nedenle o dönem bu okulda eğitim alan önemli, değerli ve şanslı bir kuşak yetişti.
Resimlerim bir hikayeyi barındırsa da, resimlerime, özellikle İstanbul resimlerime bu anlamda kattığım asıl etki şiirdir. Bu konu daha önce de “Devrim Erbil, Resmin Şairi” isimli belgesele de konu olmuştur. O belgeselde de söylediğim gibi her zaman içimde şiir yazma isteği olmuştur. Ama resim beni öyle bir alıp kendine çekmiştir ki, bir sanattan öte bir dünyayı anlama, kavrama meselesine dönüşmüştür.

IMG_7781

Devrim Erbil ve Dolunay May

Çocukluk dönemlerinizden günümüze ulaşan resimleri incelediğimizde, günümüzde ürettiğiniz resimlerle özellikle çizginin kullanımı bağlamında derin paralellikler taşıdığına şahit oluyoruz. Bu anlamda çizginin sizin sanatınızdaki kavramsal ve plastik öneminden bahseder misiniz?
Görsel sanatlarla ilgili ilk uğraşım renkli çini mürekkepleriyle çizdiğim desenlerdir, tıpkı primitif insanın sanata yönelik ilk uğraşı olarak bakabileceğimiz, bir kayaya, daha sert bir kayayla bıraktığı izlerdir. Bu izler bir çizgi, tıpkı bizlerin kalemle, fırçayla yaptığımız gibi bir enerjinin aktarımıdır aynı zamanda. Çizgiyle bir çırpıda bir dünya yaratabilirsiniz, bu anlamda çizginin inanılmaz bir gücü vardır. Çizgi ilerleyen dönemde, örneğin Rönesans’ta ikinci planda kalarak, yerini renge bırakırken, sadece eskizlerde kalmışken, özellikle 20.yy. da önemi tekrar keşfedilerek, dönemin sanatçıları tarafından önemsenen bir şekilde yine kullanılmaya başlanmıştır. Çizgi yine farklı kültürler için bambaşka anlamlar ifade etmektedir, örneğin Çin Sanatı’nda, yazı ile bağlantılı olarak Hat Sanatı’nda, minyatürde çizginin önemini görmezden gelemezsiniz. Sanatın farklı dönemlerinde, fiziksel yapı elemanları olarak ele alabileceğimiz bazı unsurlar öne çıkmıştır. Gerçeği yakalamanın önemli olduğu bir dönemde, doğada olmayan çizgi yerine resmin başka unsurları öne çıkmıştır. Çizgi insan aklının bir soyutlamasıdır. Rengin öne çıktığı bir dönemde çizgi yalnızca desende hayat bulabilmiştir. Teknik anlamda desen, renk kullanılmadan yapılan resim, kısaca aynı cinsten olanların bir araya getirildiği, farklı olanların dışlandığı bir yaklaşımdır. Teknik olarak baktığımızda çizgi de renk gibi , ışık gibi resmin fiziksel, temel yapı elemanıdır. Ben çizginin önemini çok erken dönemlerde, sezgisel bir güçle yakaladım. Tüm sanat hayatım boyunca, erken yakaladığım bu üslubun avantajını yaşadım. Bu anlamda insanın fiziksel özelliklerini belirleyen genetik kodlarında olduğu gibi kültürel eğilimlerin de, genetik kodlarda saklı olarak nesilden nesile aktarıldığına inanıyorum. Bahsettiğim kültürel genler, Anadolu’da yaşamış birkaç kuşak değil, bu topraklarda binlerce yıl boyunca yaşamış onlarca farklı kültürün bizlere aktarımıdır. Nasıl farklı fiziksel genlerin birleşimlerden güzel görünümlü bireyler meydana gelirse, farklı kültürlerin çatışmasından, buluşmasından uygarlığın seçkin kültürlerinin oluşmasına olanak doğmuştur. Bu anlamda Anadolu’da yaşayan, bu topraklarda doğmuş bir insan olarak kendimi şanslı hissediyor, bu kültürlerin mirasçısı olarak mutlu oluyorum. Ayrıca çizgiye, yazı yazmak anlamında da düşkünüm ve yazının güzel şekilde ortaya konmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrencilik yıllarımdaki defterlerim son derece özenli, daktilo yazısını aratmayacak titizliktedir. Derste öğretmenlerimin anlattıklarını not alır bu notları daha sonra defterlerime özenli bir şekilde aktarırdım, yine klasik kitapları okur defterlerime notlar alırdım. Okuma yazmayı öğrenmemle başlayan süreçte yazılarda başlayan çizgi daha sonra renkli çini mürekkepleri kurulmuş yeni dünyalara en nihayetinde de resimlerime dönüşmüştür. Sezilerimle kurduğum bu dünyanın kökeninde yine bahsettiğim kültürel kodlar olduğunu düşünüyorum, belki bununla ilgili bilimsel çalışmalar yakın gelecekte daha etkin hale gelecek, kültürel genlerin insan hayatındaki yerine yönelik bilimsel kanıtlara ulaşılacaktır.

Kübizmle birlikte, bugün alışık olduğumuz resimsel bakışa evirilen , doğanın, nesnelerin insan gözünün gördüğü şekliyle değil de, birden fazla açıdan oluşan görünün resim yüzeyinde yeniden inşa edilmesine yönelik plastik yaklaşımın temeli Cezanne’ın resmi tuvale aktarma sürecinde sürekli yer değiştirerek, resmedeceği konuyu farklı açılardan görmeye çalışan bir yöntemdir. Sizin resimlerinizde de belirgin şekilde gözlenebilen çok boyutlu yapısal yöntemin temeli, çocukluğunuzda boynunuzda yaşadığınız ciddi problemin, o ,farklı açılardan bakabilmeyi kısıtlayan günlerde kavranmaya başladığını söyleyebilir miyiz?
Altı yaşımdayken boynumda yaşadığım ciddi bir problem nedeniyle ameliyat geçirdim. Milyonda bir rastlanan bir rahatsızlık olarak boyun sinirlerindeki bir sorun nedeniyle boynumu, dolayısıyla başımı çeviremiyor, ancak tüm vücudumu kullanarak bakış yönümü değiştirebiliyordum. O dönemin kısıtlı teknolojilerine rağmen başarılı bir ameliyatla bu hastalıktan kurutuldum. Ama bu sorun nedeniyle ve ameliyat süresince, sonrasında çok acılar yaşadım. Bu sorun nedeniyle yaşadıklarımın bana, sanatımda farklı alanlarda, kişilik özellikleri olarak etki edeceğini, içe kapanık, dış dünyadan uzak, hüzünlü bir kişi haline getireceğini düşünmüşümdür. Bu sorunun resimlerime yansımalarını benim gözlemlemem imkansız, bunu benim dışımda, belki bilimsel olarak inceleyecek bir uzman söyleyebilir. Ama yaşadığım bu sorunun beni sanata sevk ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Çok üretken de bir sanatçısınız.
Ben Akademideyken, asistanlık sınavları üç ay sürerdi, kalabalık bir aday gurubu olur, bu üç ay boyunca her elemede birileri elenir, sayı gittikçe azalırdı. Akademi çok önemli bir kurumdu, bir sanatçının sanatçı olarak hayatına devam edebilmesi için Akademide, Akademik bir kariyere devam etmesi şarttı. Ben Akademide üç hocaya asistanlık yaptım, Bedri Rahmi, Cevat Tollu ve Cevat Dereli. Bu hocaların derslerine yardımcı olurdum, üç atölye ve galeri ile ilgilenirdim. Tüm konferanslara hocalarım beni yollarlardı, konferansları ben verir olmuştum. Unesco Milli Komisyonu dahilinde her hafta yurdun çeşitli şehirlerine konferanslara, araştırmalara gidiyordum. Bu çalışmalar kapsamında sadece görsel sanatlarda değil, bale, opera gibi diğer sanat alanlarından ortak çalışmalar yapılıyor, tüm bu çalışmaların hepsinde görevlendiriliyordum. Bu alanlarda Akademiyi temsil eden hep ben oluyordum. Benim de yoğun girişimlerimle üç ayda bir yayınlanan Akademi sanat dergisini çıkarıyorduk, bu beklide Akademinin yaptığı en önemli şeylerdendir. Bu dergi için yoğun uğraşlar verdim. Bir yandan da sanatımı yapıyordum. Sanatım dışında yapmak zorunda olduğum işleri yapıp, bir yandan da sanatımı icra edebilmek için günde 3-4 saatim yollarda geçiyor, geceleri gelip sabahlara kadar resimlerimi yapıyordum. Tüm bunların yanında aile hayatım, bakmak zorunda olduğum insanlar, evliliklerim, fırtınalı özel hayatım… Bunların yanında biliyorsunuz bir dönem görev verildi, müzecilik yaptım. Kısaca 4-5 beş kişinin yapabileceği işleri tüm hayatım boyunca tek başıma yapmak zorunda kaldım. Hayatımı kazanmak için yıllarca Bedri Rahmi’nin yanında mozaik çalışmaları yaptım, İzmir, Balıkesir fuarlarında pavyonlarının yapımlarına katıldım, sergileme alanlarını düzenledim, boyamalar, dekorlar yaptım. Öğrencilik yıllarımda, tatillerde demiryollarında işçilik yaptım. Bu nedenlerle istediğim kadar kitap okuyamamış, dilediğim şeyleri yazamamışımdır da. Bu nedenlerle ben hayatım boyunca hep ürettim, hiç boş durmadım, duramadım, sadece sanatın sanatçı yanında değil, Akademisyen, yönetici, hoca, konferanslarda konuşmacı gibi hep bir yoğunluk içerisinde oldum. Tüm bu yaşadıklarım beni üreten, güçlü, tüm zorluklara göğüs gerebilen, dik durabilen bir insan yapmıştır. Yaşınız ilerledikçe de bu hayat bir yarışma ise, artık son yıllarınızı koşarak, daha çok üretmek için daha az zamanınızın kaldığı fikriyle daha hızlı koşmak, depara kalkmak gerektiğini düşünüyor, daha etkin şekilde üretmeye devam ediyorsunuz. Tabi bu işlere resimlerim, halılarım, baskılarım tüm üretimlerim, vakıf çalışmalarım, müze çalışmalarım da dahildir. Bu çalışmalarım olmasa, ben de daha sakin bir sanatçı hayatı yaşayabilir, kendime daha fazla vakit ayırabilirdim. Ama rahat sanatçının kurdudur, içini kemirir.

17 Temmuz’da Mine Sanat Bodrum Palmarina Galerisi’nde açılışı yapılacak olan kişisel serginizde, bu sergiye özel olarak hazırladığınız Bodrum temalı resimler de olacak.
İstanbul temalı resimlerim benim için çok özel. İstanbul resimlerim sadece Türkiye’de değil, ülke dışından sanat izleyicilerinin beğeniyle takip ve talep ettikleri bir seri. Şehir olarak İstanbul’dan vazgeçebilmem ne kadar zor ise başka bir şehri resimlerimde konu edinen resim yapmak da o kadar sıra dışı. Benim için İstanbul’un anlamı söylediğim gibi çok derin, burada bu anlamı ifade edebilmeye sayfalar yetmez. Bodrum da yıllardır gidip geldiğim ama bahsettiğim gibi yoğun bir tempoda geçen hayatım nedeniyle her yaz gelip uzun zaman geçirebildiğim bir yer değil ama benim için anlamı çok büyük. Geçtiğimiz yıl Bodrum’dan bir çiftlik edinip, orayı atölyeye dönüştürdüm. Önümüzdeki dönemlerde Bodrum’da daha fazla zaman geçireceğim. Bodrum’da geçireceğim zamanın artışı şehir olarak Bodrum hakkında daha derin düşüncelere, daha anlamlı yönlere evrilecek, Bodrum konulu resimlerimin sayısını arttıracaktır. Ama söyleyebilirim ki, izleyiciler daha önce görmedikleri Bodrum konulu resimlerimle bu sergide karşılaşacaklar.

Suadiye, 25 Haziran 2015

KORUNAKLAR VE TEKLER

İstanbul Mine Sanat Galerisi, Nişantaşı mekânında H. Avni Öztopçu’nun 1985 başlangıçlı “tek”lerini ve yakın zamanlarda gelişen “korunak”larını “Korunaklar ve Tekler” başlığı ile sergiliyor.

Resim sanatına perspektifin girmesiyle birlikte, insan ve doğa arasındaki bütünlük ilişkisinin kavranması mümkün olmuş, tarihi boyunca sanat, doğa ve insan arasında bütünlüğün arandığı bir mecra haline gelmiştir. Evreni anlamaya çalışan insan, sorular sormuş, bazı kavramları açıklamaya çalışmıştır. Sanayi devrimi ile başlayan, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanın daha önce deneyimlemediği yüksek hızla tanışması, yeni bir zaman algısıyla yüz yüze gelmemize yol açtı. Özellikle de fotoğraf makinesinin keşfinden sonra, iki boyutlu yüzeyde perspektif yaratma kaygısı bir makine tarafından yapılır olunca, sanatçılar resim yüzeyinde, görüneni yansıtan tasvirler yerine, görünenin arkasındaki zihinsel boyutu irdelemeye, “mekan ve zaman” ilişkisini düşünsel bir kaygıyla ele almaya yöneldiler.

İnsan için en temel kavramlardan olan “zaman ve mekan”, H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde de en temel sorunsallar olarak ele aldığı kavramlar.

1985 yılından itibaren “mekan ve zaman” ilişkisini düşünsel bir kaygıyla ele alan sanatçı, çoklu görme pratikleri geliştirerek analitik bir yaklaşım sergiliyor. H. Avni Öztopçu, sadece nesnenin, mekana aidiyetiyle değil aynı zamanda nesnenin zamana aidiyeti ile de ilgileniyor. Nesnenin zaman-mekan ilişkisi içinde sorgulanmasında; sanatçının amacı ne sadece elimizden kayıp giden zamana karşı dondurulmuş bir anı belgelemek, ne de zaman ile birlikte varolan bir anı yakalayarak, sonsuz kılmak.

Sanatçı, nesne ve uzay diyalektiği içindeki karşıtlıkların oluş halini, plastik dünyanın dilinde bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları; boşluk ve doluluk, yatay ve dikey gibi kontrast kavramları döngüsel bir akış içinde okumamıza olanak veriyor. H. Avni Öztopçu; resimlerinde uzay kavramını, nesneler arasındaki boşluklar ve birbirini kesen ya da ardışık gelen düzlemlerle, perspektifi de kullanarak üç boyutluluk yanılsaması ile ilişkilendiriyor. Uzayın kurallarını kendisinin belirlediği bir kurgu ile sanata özgü sınırlanmış bir yüzeyde, sanatsal enstrümanların oluşturduğu bir dünya kuruyor. Referansları dış dünyadan gelmesine karşın, kompozisyonun içinde yer alan tüm ögeler sanatçının iç dünyasının yansımaları olarak da okunabilir.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde hiçbir nesne tesadüfen mekanda yer almıyor. Nesne, zamanın içinde süregelen bir hareketliliğin ögesi olarak aidiyetini gösteriyor. Sanatçı, nesnenin zaman ve mekan aidiyetini çok yönlü bir perspektifte sorguluyor. Bu perspektif sanatçının resimlerinde 1985 yılından itibaren ele aldığı, her dönemin tavrı içinde kendi “Tek”lerini oluşturuyor; geçmiştekilerle hesaplaşarak kendi içindeki dönüşümlerle korunaklı alanlarda farklı arayışlara giriyor. Bu arayış yolculuğunda her dönemin; kendi düşünüş ve duyuş perspektifinden hareket eden sanatçının üretimlerinden tekler görüyoruz. Her dönem yeni arayışlara yönelen sanatçı, resimlerinde temel aldığı “zaman ve mekân” algısı içinde görünür olan ile duyulur olanın döngüsünü izlememize olanak sunuyor, otuz yıldır ele aldığı problematiği, kendi dönemleri içinde oluşan kurgusal değişimleri, bir bütün içinde görmemize olanak veriyor.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde ele aldığı mekan-zaman ilişkisi, fiziki bir durumun ötesine geçen, duygu ve düşüncenin birlikteliğinde, sanatçının iç görüsü ile tasavvur ettiği imgesel bir sürecin yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçının düşüncesinde gelişen kurgu, resim yüzeyine aktarılırken, her elemanın kendine ait verileri oluşuyor ve oluşan bu veriler, formun, hareketin optik bir ifadesi olarak somutlaşıyor. Kullanılan tüm öğelerin hareketi ve ona karşı direnç gösteren yüzeyin yapısı, düzlemler ve ışık-gölge ile dikkati çekiyor. Yüzeyi bölen, tasnif eden her geometrik parçanın yeni bir düzlem oluşturma ihtimali gözleniyor. Dikeyler, yataylar, resim düzlemi üzerine yerleştirilen her parça, kendine ait bir anlam üretiyor. Plastik değerler, resim yüzeyinin boşluğunda sayısız şekilde bir araya gelirken, düzlem çeşitlemeleri zaman ve mekan algımızı da zenginleştiriyor. Düzlemlerin kestiği mekanlar, oluşturduğu koridorlar, nesne ve zaman arasında yeni ilişkiler kurmamıza neden oluyor. Öte yandan fiziki mekan, yapıtın kendisine dönüşerek, mekanda yer alan zaman algısını da eserin içine dahil ederek dördüncü boyut hissini yaratıyor. Bu nedenle H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde yüzeyler, önemli bir sorgulamaya hizmet ediyorlar. Nesneler arasındaki boşluk, sadece nesneleri gösteren alanlar değil, aynı zamanda uzamın parçaları. Nesnelerin arasındaki boşluk bir tasarım ögesi olarak hem bir figür, hem de uzamın bir parçası. Uzam içinde birbirleriyle ilişkili olan planlar, bir yandan bir düzlemin yüzeyini oluştururken, diğer yandan düzlemin yüzeyini bölerek azaltıyor. Yatay dikey ya da düzensiz olan bu yüzeyler, diğer yüzeylerin bütünlüğünü bozacak şekilde mekanı kesiyorlar. Görsel dünyaya baktığımızda bir obje, diğer bir objenin ya önündedir ya da arkasında. Bitişik veya birbiri üzerine gelen yüzeyler arasında ise geçiş basamakları vardır, geometrik formlar gibi düzlemler de bazı faktörlerin etkisi ile üst üste gelmiş gözükürler. H. Avni Öztopçu’nun resimleri bu ardışıklığın gözlendiği kurgularıyla dikkati çekiyor.

Sanatçının resimlerini, sadece yapıtı meydana getiren plastik düzenin çözümlenmesi olarak değil, aynı zamanda onun oluştuğu yer ve zaman bağlamı açısından kavramsal olarak da değerlendirmek yerinde olacaktır. Zamanın gelip-geçici olması, değişim ve süreklilik içermesi, kurgudaki diyalektiğin kavramsal olarak önemini artırıyor. Paul Virilio’ya göre, yeni küresel enformasyon teknolojisinde öne çıkan şey artık mekan değil, zaman. Modern sonrası yeni dönemde, zamanın hızı, gerçeklik algımızı hem yoğunlaştırıyor, hem de hızlandırıyor. Bu durum dünyasal zaman ve mekanın doğallığını parçalayarak, gerçekliğin salt bir zaman dışılık ve mekan dışılık olarak algılanmasına sebep oluyor. Ancak H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde hız ve parçalanmışlık yerine bütünlüğün, dinginliğin, yalınlığın ifadesi öne plana çıkıyor. Sanatçı, resimlerinde, sadece yüzeysel olan görüntüyü değil, ögelerin birbiriyle oluşturduğu karşıtlıkların dengesini önemsiyor. Bu karşıtlık tek tek ele alındığında, resim düzlemi üzerinde yer alan her dikey ve yatay kesit ile kendini gösteriyor ve yüzeyi etkileyerek onun iki boyutlu niteliğini bozuyor, düzlem üzerinde kendi etki alanını oluşturarak diyalektik bir devinime araçsallık ediyor. Sanatçı, her elemanın varlığını, zıt bir güce gösterdiği dirençle dengeliyor. Bu dirençte karşıt güçlerin nasıl birbirlerini güçlendirdiği veya zayıflattığını görüyoruz. Karşıtlıklar aynı zamanda oluşturdukları gerilimle bir dinamizim sağlıyor. Karşıtlıkların arasındaki dinamizm, bazen yatay ve dikeylerle, bazen ışık-gölge kontrastlığı, bazen de sıcak ve soğuk renklerin karşıtlığında görülüyor. H. Avni Öztopçu, bu sergisinde renklerin kontrastlığı yerine yatay ve dikey düzlemlerin, açık ve koyu değerlerin kontrastlığı üzerine odaklanarak minimalist ve yalın bir anlayışın izlerini sürüyor. Kompozisyonlarına bakarken bu dinamikleri birbirleriyle karşılaştırıp tek tek analiz etmemize daha sonra da bu parçaları bütünlememize imkân sağlıyor.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde bütünlük önemli bir yer tutuyor, düşünsel boyutta olduğu gibi duyusal boyutta da görsel elemanları ilişkilendirerek bir bütün içerisinde düzenlemeye yönelik bir algı geliştirmemize olanak tanıyor. İki boyutlu resim düzlemi ile sınırlandırılmış yüzey üzerinde, görsel unsurların uzamsal dağılımları algısal bir etki oluşturuyor. Sanatçı, algının bilinç zemininde yarattığı etki ile izleyicinin duyarlılık düzeyini provoke ederek duyusal algının kapılarını aralıyor. Yaptığımız analizde bu ayrıştırmanın bir bölümünü, biçim üzerinden dışsal etkileri göz önünde bulundurarak, bir kısmını da duyumlar üzerinden içsel tepkilerle yapmamıza vesile oluyor.

H. Avni Öztopçu, İstanbul Mine Sanat Galerisi, Nişantaşı mekânında “Korunaklar ve Tekler” başlığı ile sergilediği resimlerinde ele aldığı en temel sorunsal olan “zaman ve mekân” algısını sorgularken, plastik sanatların imkânlarından nasıl yararlandığını, sanatın temel ögelerini nasıl ele aldığını görmemize imkan sağlıyor. Sanatçının bu ögelere yaklaşımını, 1985 den itibaren tarihsel bir döngüde görmek mümkün.

Her çalışılan sanatsal üretim, içinde bulunduğu döneme göre şekillenir ve yorumlanır. Zaman-mekan sorunsalını, plastik dilin imkanları üzerinden yorumlayan H. Avni Öztopçu’nun “Korunaklar ve Tekler” sergisi, dönemlerin kendi içindeki koridorlarında süren arayışın izlerini sürerken, kendi iç dinamikleri içinde dönüşerek, değişerek geleceğe yol alıyor.

Lütfiye Bozdağ

SABAHAT ÇIKINTAŞ İLE RÖPORTAJ

s_cikintasOĞUZ ALP DEDEOĞLU:  Resme başlama sürecinizden behsedermisiniz?

SABAHAT ÇIKINTAŞ: Ben alternatif sanat eğitiminden donanımlı sanatçıyım. 1991 yılında değerli hocam Yusuf Taktak’ın önerisiyle (Cihangir’de oturduğum apartmanda komşumdu.) Onun kurduğu Atölye Üçgen’de resme başladım. Bunun öncesinde evde kendiliğimden resimler yapıyordum. Bilinçsizce resmin plastik değerlerinden bihaber olarak… Çok daha öncesine gidersem orta ve lise öğrenimimde tembel bir öğrenciydim ama resimden o zamanki not değerlerine göre en yüksek notu alırdım. Hatta okullar arası yarışmalarda birincilik ödülüm bile var hala saklarım. Elbette 1991 yılından 2012 yılı arasındaki süreçte çok şey değişti. Hiç olmadığım kadar büyük bir değişime uğradım. Bu değişimim ve yapılanmamın yolu resim yaparak, çok çalışarak ve kendime inanarak sanatın önemini idrak ederek geçti ve devam ediyor. Yaşadığım sürece devam edecek. Çünkü sanat çok önemli bir olgudur.

Atölyede sizi bağlayan ve soyutlama ile sanatta ilerlemenizi sağlayan olaylardan bahsedermisiniz?

Sanat başlı başına bir bütün ve içerdiği  şeylerden biri de yaşamın ta kendisi bence. Atölye Üçgen’deki çalışmalarımdan profesyonel tek başıma atölyeme geçtiğimde soyut sürece çoktan geçilmişti. Bir sadelik, renk ve biçim meselem vardı. Gözlemleyerek, deneyerek bir önceki resimdeki değerleri sonraya sonraki değerleri daha sonraya taşıyarak, tual yüzeyini sorgulayarak sürekli  ne yapabilirim, nasıl yapabilirim sorularıyla kavrularak çalışıyorsunuz ve bir an geliyor sorularınız  yüzey üzerine cevabını buluvermiş. Aradığınızı bulana kadar devam ediyorsunuz ama tabi ki yaşanılan tecrübeler bunun hep içinde…

Hem renk kullanımızda hem nesneyi işleyişiniz açısından Resimlerinizde minimal bir görüntü var. Önce rengi sormak istiyorum. Renk seçimlerinde sürece göre diğer işlerinizden (Kırmızılardan) bağımsız mı hareket ediyorsunuz?

Sanat yaşamı fazlasıyla içerir demiştim. Yaşadıklarım, gördüklerim, etkileşimlerim vs. tümü bende fark etsem de etmesem de etkisini üzerimde bırakıyor. Bu nedenle renk seçimlerim birbirine bağlı değil sanıyorum. Örneğin kırmızı serimde bende hiç olmadığı kadar büyük  bir enerji patlaması oldu. Çünkü yaşadığımız dünyada sosyo-ekonomik, kültürel vs. büyük bir patlama var. Kırmız rengin içinde barındırdığı birçok

anlamı var aynı zamanda çok baskın bir renk. Şimdiye kadar kırmızıyı yok denecek kadar az kullanırdım. Ne oldu da tüm resimlerim seri olarak kırmızıya bulandı. Bununla ilgili kendi notlarımda şöyle

bir son satır cümle var: “Kanıyorum…” Elbette çok etkilendiğim durumlar söz konusu, paletim hep kırmızıya kaçtı. “Az’dan Çok” serisinde de bu kez tamamen kırmızıyı terk ettiğimi görüyorum. Morların mavilerin

karışımı tinsel ağır duyguları çağrıştırıyor, içsel arınmaya giderek bunu resim yoluyla az renk az biçimle maviler morlar olarak yüzeye taşımışım. Yalınlık her zaman ilgimi çekmiş, onun peşinde koşmuşumdur.

“Bağıntı-lar” ve ” Az’dan çok ” serileriniz “ilişki ” ve “düzen” kavramlarını akla getiriyor. Bu kavramlar gördüklerinizi mi yoksa görmek istediklerinizi mi temsil ediyor?

İlişki ve düzen ile  ilgili… Sanat da sanki bunun üzerine kurulu değil mi? Her resim ögeleri ilişki ve düzeni içermez mi? V e bu bütüne giden yol değil mi? Elbetteki sanatçı bir şeyler işaret eder; o da bence gördüklerimizin sentezinden yapılanmak ve görmek istediklerimizle geleceği işaret etmek sanıyorum.

Fuarda bizzat tanık olduğum için soruyorum. Minik tualler üzerine yaptığınız kolaj çalışmalara ilgi büyüktü. O çalışmalarınızın yapım aşamasından bahseder misiniz?

Evet onlar en yeni işlerimden. Ama çok uzun süren bir olgunlaşma evresi geçirdi bu çalışma. Tek parça küçük tualler sonunda büyük bir bütün oluşturdu. Elbette kesip  biçim vermeyle yoğruldu ve çabam kolajda da renk ve biçimi yine en aza indirmeydi. Kolajda da bunu göstermek istedim.

Son serginiz “Arka Oda”da ise bambaşka bir konu üzerine eğiliyorsunuz. Bu sergi fikrinin oluşum sürecinden bahseder misiniz?

Tabi… Resimlerime analitik bir bakış açısıyla baktığım ve böyle yaptığım için bu kez de resim yapma eylemini de dahil ederek sorguladığım bir durum. Elbette bu sorgular hep devam edecek. Bu sergim ilk bakışta bambaşka bir konu gibi algılansa da yaptığım işten hiç bağımsız değil, tam tersi içinde bir durum. Resim yapma eylemimin içinde saklı olan, aslında sergimin de başlığından anlaşılacağı gibi bir “ARKA ODA”dır: Görünmeyen, göz ardı ettiğimiz, önemsemediğimiz yerdir yalnız her yapıtın bir arka odası vardır. Bu bağlamda; Resim yapma eylemimde oluşturduğum kareleri maskeleme bandıyla boyarken, her boyama işlemi bittiğinde bantları karelerden ayırdığımda ve hiç önemsemeden duvara yapıştırdığımda, bantların o halleri her zaman dikkatimi çekmişti. Kendiliğinden oluveren doğal görselliği bu kez büyüteç altına almaya karar verdim. Buradan yola çıkarak, bantlarda her defasında boyadığım karelerden her fırça darbesinden bulaşan boyaları, o yakalayamadığımız göremediğimiz AN-LAR olarak kabul ettim. Bu göstergeyle birlikte değişim-dönüşüm ve zaman kavramı her zaman ilgi alanım olduğundan bunları nasıl bir değişimle tekrar var edebilirim düşüncesiyle devam ettim. Her resmimin içine dahil olan sonra da çıkan bantları saklamaya başladım. Böylelikle projem başlamış oldu.

Sergide kullandığınız malzemeler de ayrı bir önem kazanıyor, ne tür malzemeler bunlar?

Her şey doğallığında dahil oldu. Yukarıda bahsettiğim gibi önce
bantları saklamak için onları çok önemseyerek onları adete bir anı nesnesi gibi paketleme naylonu üzerine tek tek itinayla korumaya aldım. Fotoğrafladım. Her resim bittiğinde bu uygulamayı sürdürdüm. Böylece paketleme naylonu da dahil olmuştu. Bu şekilde iki yıl içinde bunları biriktirdim. Daha sonra dönüştürme sürecim başladı. Bu kez tekrar naylonlardan sökmeye ve onları sanat nesnesi olarak hayata geçirmek üzere çalıştım. Böylece durumlarını artık önemsenmeden sürdürmek değil, sanat nesnesi olarak sonsuza kadar sürdürmek olacaktı. Naylonları kullanmak benim için çok yeni değildi 1996 yılında da bu malzeme üzerine işler üretmiştim. Bu bağlantıyla bu ürettiklerim de o zaman dilimime göndermelerde bulunacaktı. Yaptığım işleri uzun yıllar pleksi kutu içinde sunmuştum. Burada da pileksi bildiğim yabancı olmadığım bir malzemeydi. Bantlarla olan işlerimi pileksi ile kutuladım. Bunlar pileksiyle farklı bir yansımayla sergime dahil olacaktı. Bantların en ufak bir parçası bile açığa alınmadı bu eylemde o zamanda ne varsa hepsi dahil oldu. Böylece naylonlar da zaman içinde kutu içinde yer aldı ve kutu da içeriğe dahil oldu. Ve bu kutudaki özellikle boş olarak bıraktığım alan arka oda, uzamda dördüncü boyut diye bilinen zamanı, alanı kutulara bölünmüş galeri mekanının zaman dilimiyle birleştirmek istedim: Sanatçı, imgelediği ARKA ODA’sını galerinin zaman dilimiyle birleştirerek geçmişden bir oda dahil edecekti. Bantların fotoğraflanmış anlık durumları ise karanlıkta duvara projeksiyonla yansıtılarak galeri arka odasında misafir olacaktı.

Sergideki her şeyin bütünsellik içinde olmasına dair bir titizliğiniz var, bu sefer somut bir şekilde kendinizi de bunun içerisine ortak etme düşüncesindesiniz sanırım?

Bu sergimde dediğim gibi geçmiş anları, zaman kavramında ARKA ODA diye tanımlıyorum. Bu kez çok eski yıllara giderek resim yapma eylemimde geçmişden bir ARKA ODA’yı daha sergime taşıyorum. Bu, 1991-2003 yılları arasında (Sevgili Hocam Yusuf Taktak’ın kurduğu Atölye Üçgen’de) üzerinde sürekli resim yaptığım ve her zaman koruma altına aldığım, sakladığım, resim yapma eylemimin o anlarının izlerini de sergime dahil ederek bu güne taşımakla da hem bir heyecan hem bir burukluk da yaşıyorum. Evet, sergimde bir bütünsellik söz konusu; galeri mekanı içine ben de dahil olarak bir bütün teşkil edilecek. Galeride giyeceğim giysi, iki yıldır sakladığım paketleme naylonundan oluşuyor. Bu naylonun üzerinde bantların her durumunun fotoğrafları ve renk aramalarımda eskiz fırça darbelerinden oluşan 2011-2012 yılına ait kendiliğinden görsel kâğıt parçaları var. Aslında bu giysi geçmiş, şimdi ve geleceği birlikte taşıdığım bir giysi haline dönüşüyor. Sonuçta bu sergimde sanat için atılan her bir çizginin zamansızlığına da işaret ediyorum. Zaman kavramı içinde, değişim ve dönüşümde de bazen dönüp arka odalara bakmak gerektiğini vurgulamak istedim.

BEDRİ BAYKAM İLE RÖPORTAJ

b_baykamTürk sanatının bugününe baktığımızda daha çok bu kavgada bizim açtığımız yoldan genç kuşağın gelmiş olduğunu görüyoruz.”

Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır.”

MİNE SANAT: Sanatınız üzerine düşündüğümüzde bugünlerde sizi hangi konular meşgul ediyor ve sanatınızda hangi konulara dikkat çekmek istiyorsunuz?

BEDRİ BAYKAM: Şu anda bir yandan benim sürekli ana işim olan tuval resimlerimi yapıyorum. Bir yandan 4D işler dediğim teknoloji ile iç içe olan 4 boyutlu çalışmalarımı yapıyorum. Son bir buçuk yıldır yeni bir tuval dizisi oluşturdum. Bu ilk tuvaller bir yandan tipik Bedri Baykam kimliği taşıyorlar. Hatta 80’li yıllar tuvallerime yakın bir profil çiziyorlar. Bu tuvallere daha dikkatle baktığımızda 90’lar ve 2000’li yıllarda içinden geçtiğim çok değişik deneyimlerden ve yaptığım çok değişik resim serilerinden de etkileşimler olduğunu görüyoruz. Yani bu tuvaller ilk bakışta o canlı boyalı tipik bir Bedri Baykam kompozisyonlu işler olmasının ötesinde bu resimler “Dişi Entrikalar” “İçsel İzler – Saydam Katmanlar” “Lolitart” serileri ile hatta teknoloji ile üretilmiş bambaşka bakış açısı olan işlerle de düşünsel ve fiziksel alışveriş içindeler. Dolayısıyla biraz daha dikkatli baktığımızda bu resmin tipik otuz yıl önceki Bedri Baykam tuvalleri ile olan paralelliklerini de görüyoruz farklılıklarını da görüyoruz.

Yeni çalışmalarınızın 80’lerdeki işlerinize çağrışımlarda bulunmasını belki o dönemden günümüze gelerek biraz daha açabilirsiniz.

Türk sanatının içinde farklı dönemler ve tartışmalar var. Mesela 80’li yıllarda figüratif resim mi yapacağız soyut resim mi yapacağız tartışması vardı ve bu tartışma insanların birbirleriyle kanlı bıçaklı olmasına, küsmesine, sağ ve sol gibi kamplara ayrılmasına ulaşan traji-komik bir durumdu. Realist figüratif resim yapmak ile maniyerist figüratif resim yapmakla bunu yapanla başka bir şey yapan arasında akademideki kimi tutucu isimlerin körüklediği medyaya da yansıyan bir kavga oluyordu. Genç sanatçılar o dönemde bu tartışmayı ibretle izliyordu. Fakat Türk sanatının bugününe baktığımızda daha çok bu kavgada bizim açtığımız yoldan genç kuşağın gelmiş olduğunu görüyoruz. Ben figüratif-soyut kavgasının bir noktasında hiçbir zaman bulunmadım. Çünkü benim resmim hiçbir zaman figüratif veya soyut resim olmadı. Resmim kimi zaman figüratif oldu kimi zaman soyut oldu. Vermek istediğiniz bazen soyut kavramdır bazen konudur bazen erotizmdir bazen figüre ihtiyaç vardır. Bazen siyasi, tarihidir bazen de anın kavgasıdır. Dolayısıyla figür olabilir ya da olmayabilir bu benim ana konum değildi. Bunu aştık bundan sonra 90’larda enstalasyon ve tuval kavgası geldi. Ben tartışmaya teorik olarak yazınsal olarak, düşünsel olarak katılmam dışında buna da kendi açımdan gülerek baktım çünkü kendi sanatımda zaten böyle bir ayrım yoktu. Çünkü multimediayı da entelasyonu da Türkiye’de ilk ısrarla yapan uygulayan bunun yeni sesini getirenler arasındayım ama bu durum dörtgen üzerine resim yapmama mani olmadı. Yani ben resim yapmayı entalasyona alternatif olarak görmedim. Herkes benim gibi olmak zorunda değil tabi ki. Kimisi entelasyon yapabilir kimi yalnız resim yapabilir kimi hepsini karıştırarak yapabilir ama Türkiye’de entelasyon yapanlar sanki tuval yapanlara savaş açtı. Entelasyon yapanların, tuval yapanları küçümsediği, demode ve statükocu bulduğu bir dönemdi. Bütün bu saldırılara da gülümseyerek baktım çünkü hayranlıkla katılmaya çalıştıkları dünya sanat merkezlerinde hiçbir zaman tuval resmi ölmedi. Müzelerde, galerilerde ve piyasada da ölmedi. Bilakis binlerce yıl sanat dikdörtgen üzerine yapıldıktan sonra bugün hala dikdörtgen üzerinde yeni bir eser üretmenin zorluğu, riski ve avangartlık derecesi zaten ortada bir olay. Bunca yıl dikdörtgen doldurulduktan sonra siz yeni bir dikdörtgene başlıyorum dediğinizde bu zaten başlı başına çok iddalı bir olay. “Maymunlara Resim Yapma Hakkı” kitabının post-duchamp krizi bölümünde detaylı bir şekilde anlattığım gibi Marcel Duchamp’ın yaptığı ready-madeler ve enstelasyonlarına bakarak aldığı risk oranına dikkat çekmek gerekiyor. Ben mesela çok iddialı bir iş yaptım; 58 kola şişesi kullandım, yere 79 tane mobilya artığı koydum ve bunu daha da perçinlemek için yıkılmakta olan 9 binanın fotoğraflarını kullandım. Bunları dikkate aldığımızda zaten o resme karşı taşıdığınız iddia çok havada kalıyor. Çünkü o konuda alınacak bir risk varsa bunu zaten Marcel Duchamp fazlasıyla almıştı. Demek ki orada içerik ilgili çok iddialı bir veri olması lazım ki o ensteleasyon konuşsun çarpıcı olsun…

Ama buna da ender rastlıyoruz. Daha çok bienal sanatına benzemeye çalışan sergilerde de oldukça tekrara dayalı belirli dozda fotoğraf, belirli dozda desen, belirli bir dozda atık gibi çalışmalar görüyoruz. O sergi çoğu zaman, belirli bir hızda gezen insanlara hitap ediyor .O insanlar da zaman kıtlığından ortalama yirmi dokuz dakikalık videoların en fazla bir buçuk dakikasını izliyorlar… daha sonra gelir izlerim diyorlar hiç bir  zaman gelemiyorlar çünkü hayat öyle kurgulanmış. Maalesef insanların atomistik zaman parçalanmasında başka öncelikleri var. Diziler trafik sıkışıklığı, karsıtyla kavga etmek gibi. Dolayısıyla sergide görülen görüldüğü gibi kalıyor. Ve o şema insanlarla sanal ilişki kuruyormuş gibi oluyor ve havada kalıyor. Belki resmin insanla kurma şansı olan ilişkinin derinliğine fazla giremiyor.

Ben video da yapmış insanım entelasyon da yapmış bir insanım hatta enstelesyonların çoğu politik oldu sansüre karşı oldu kimisi erotik oldu. Aslında entelasyon dışında canlı mekan düzenlemeleri yapan bir insanım. Kendimi uzam yönetmeni olarak görüyorum. Sergileme alanında mekanın ışığı, havası, dekoru, kullanacağım canlı aktörü içine alan birçok sergi yaptım. 1987’de I. İstanbul Bienali’nde yaptığım, “Günah Odası,” Ingre – Jerome, Burası Benim Hamamım enstelasyonu vs. Tüm bunlar 90’lı yıllarda Türkiye’de multimedia ve güncel sanat adı altında –büyütülmüş fotoğraflar, siyasete giriş, erotizme giriş, izleyiciyi dahil etme açısından-  ortaya çıkan her şeyin alfabesi o sergiden türemedir. Bu çok net olarak ortadadır. Ama enteresan bir şekilde 90’lı yıllarda güncel sanat adına savaş açıp bir de tuval resmi – güncel sanat kavgası yaratanlar, sanki bu tip sanat eserlerini 90’ların ortasında Satürn’den buraya yollanan bir kapsülden durup dururken ortaya çıktığını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla sahte sanat anlatımına soyunulmuştur. Türkiye’de bu durum, gerçek sanatçılar ve sanat tarihçileriyle Türkiye’nin sanatını kendi doğum tarihlerine ve kendi yaşam tarihlerine göre yeniden sahte bir şekilde yazmaya çalışan küratörler arasında bir tarih ikilemi yaratmıştır. Türkiye’de çağdaş sanatın, Türkiye’ye gelip gitmiş müze müdürü ve sanat tarihçisinin deyimiyle güncel sanatının 90’larda başladığını sanan bir batılı insanlar grubu vardır. Halbuki hepimiz bu ülkenin sanatının yavaş yavaş nereden nereye geldiğini biliyoruz. Mesela ilk 80’lerde yeni duşavurumculuk ile birlikte grafiti, kolajın girmesi 87’de bienal sergisinde enstelasyonlar ışıklar , fotoğraflar, sesler… Şimdi bütün bunların 80’ler boyunca yapıldığını batıya açılmanın 80’lerde olduğunu “Maymunların Resim Yapma Hakkının” ve manifestoların 80’lerde yazıldığını, batıya isyan bayrağının açılmasının 80’lerde olduğunu bu piyasanın 80’lerde yavaş yavaş oturup geliştiğini biliyoruz. 80’lerde bunu yapan bizlerin de 50’lere 60’lara 70’lere borcumuz olduğunu biliyoruz. 80’lerde binbir zorluğa rağmen bu resmi üretip satabilip devam edebildiysem bu Fikret Mualla, Abidin Dino, Nejat Devrim gibi sanatçıların açtığı saha ile mümkün olabilmiştir. Bunlar üst üste konan tuğlalarla olan bir şeydir.

Günümüzde bahsettiğim kavgalar enteresan bir şekilde başka politik düzeylere kayıyor. Türkiye’nin kemalist eksenden cumhuriyetçi eksenden kayıyor olmasından mutlu olan ve bundan AB’nin kendisine çıkaracağı onurları paylaşmak için onların deyimiyle “mustafa kemal statükoculuğu”nu kötüleyen aşağılayan grupların oluşturacağı sanatsal batı bağlantılı gettolar, ürettiğimiz sanat ve savunduğumuz fikirler dışında Türkiye’de sanatçılar girişimi adı altında en ünlü ressamları tiyatrocuları aktötrleri, yazarları bir araya getiren, her olumsuzluğa reddediyoruz diye karşı çıkma cesareti gösteren aydınların duruşu ile siyasal yol ayrımına gelmiştir. Üç yol ayrımından bahsettim; 30 yıl geriye baktığımızda figüratif – soyut tartışması bunların yanında çok sempatik kalıyor. 15 yıl geriye baktığımızda enstelasyon ve tuval ayrımının arkasında sanatsal bazı inatlar veya küratoryal bazı ego çekişmelerinin bıraktığı sahte tarih üretimi ve bugün yaşanan siyasal yol ayrımını özetle bu şekilde anlatabilirim.

Son zamanlarda ürettiğiniz 4D çalışmalara baktığımızda teknoloji de sanatınızda başat rol oynuyor? Bu çalışmalarınızın fikri alt yapısından bahseder misiniz?

Ben hem teknolojiyi kullanıyorum hem de onun dışında yalnız tuval işler de yapıyorum . Onları da bugün birçok sanatçının asistanlarına resim yaptırması gibi işlere girişmeyip her şeyi kendim yapıyorum. Şimdi ben kendimi tekrarlayan bir ressam değilim yaptığım her şey birbiriyle ilişkili; her bir resmim kendi içinde bir  dünya, her bir resmimde bir kompozisyon iddiası var. Ayrı bir malzeme ve konu iddiası var. Her bir serinin birbiriyle artı eksi, itiş kakış ilişkisi var. Eski serime tepki olarak da yaptığım resimler var. Onlardan bir şeyler alarak ve üzerine katarak giden seriler de var. 4D’ler az önce bahsettiğimiz gibi uzaydan kapsülle inmedi nasıl 30 yıldır kolaj yapıyorsam nasıl fotoğrafla resim arasındaki ilişkileri kurduysam nasıl “dişi entrikalar”dan geçtiysem nasıl boyasal saydam katmanlarla uğraşıp sonra bunu fotoğraf saydam katmanlarına geçiş yapıp arkasından malzeme saydam katmanlarına geçiş yapıp arkasından boyasal, fotoğraf, malzeme saydam katmanlarının tamamını yepyeni bir düzleme aktarıp bilgisayar geri planında tuvalin iç içe geçtiği yeni bir sunum fonksiyonunu üretebildiysem bu benim bir sürekli yaşayan bir mutfağa sahip olduğumdandır. Bu durum insanların birbirinden farklı ve birbirinden beslenen yeni kapılar açılan labirentte, kimi zaman kaybolup kimi zaman ışık şurdanmış diye gidip o yola girmesi gibi bir şey. Risk almayı seviyorum.

Politikanın –çözüm üreten mekanizma-  içindesiniz aynı zamanda sorunlara dikkat çeken bir sanat üretiyorsunuz. Sanat ve sorumluluk bağlamında sanatın politik olup olmaması konusunda düşünceleriniz nelerdir?

Sanat, siyasi olmaya mecbur değildir. Her sanatçı özgürdür sanatçı isterse  yalnız çiçek resmi yapar veya yalnız manzara resmi yapar yalnız soyut resim yapar.. Ama buna rağmen duruş çok politik olabilir. Politik olması için illa ki sanatçının siyasi sanat üretiyor olmasına gerek yok. Yalnız renklerle resim üreten sanatçı da sanatçılar girişiminin imzacısı somut katılımcısı olabilir. Olmalıdır. Ama ben Türkiye’nin siyasetine de çözümler getiren bir insanım. İtiraf edeyim; siyasi ortam, sanatçının siyasi ortamı kendilerinden daha iyi analiz edebiliyor olmasını veya bunu zaman içinde kanıtlamış olmasını veya onlardan siyasette de daha çalışkan olmasını kolay kolay hazmedemiyor. Sanatçılar siyasal bir şey de hazırladıkları zaman siyasal ortam bunu hazmetmeye hazır değil örnek olarak bir yıldır üzerinde çalıştığımız sanatçı haklarıyla ilgili millet  meclisi yasa taslağı verdik kültür bakanlığına ama teşekkürü bırakın ilgi gördüğümüzü dahi söyleyemem.

UPSD’nin önerisiyle tüm dünyada 15 Nisan’da dünya sanat günü ilan edildi. Derneğin başkanı olarak bu  süreçten bahsedebilirsiniz?

Avrupa sanat birlikleri dünya genel kurulunda Türkiye Milli Komitesi UPSD’nin önerisiyle Dünya Sanat Günü, Leonardo Da Vinci doğum günü kabul edildi.

Bu öneriyi sunmanızı besleyen idealleriniz neydi?

Bunun boşluğunu hep hissediyordum. Tiyatro günü var. Müzik günü var. Anne günü, Baba Günü var. Bizim niye günümüz yok diye sorguluyoruz ister istemez. Arkadaşlara bu boşluğu yönetim kurulunda açtım. Ne olabilir diye düşündük. Sanatçı ismi olarak kim olması konusunda geçmişe baktığımızda Caravaggio diyebilirsin, Michelangelo diyebilirsin, Picasso diyeblirsin,  Dali diyemezsin (gülüşmeler) ama bütün bunlardan süzülen isim Leonardo oldu. Çünkü bugünün disiplinler-arası geçişe de çok müsait olan o çok boyutlu ve çok katmanlı düşünce yetisini ve bunu ortak üretim alanına açma kapasitesini baz alarak Leonardo Da Vinci ismini düşündük.  Ama örneğin mağara resimlerinin dünyada ilk olarak keşfedildiği anını bulsaydık “o gün olsun” da diyebilirdik. Onu araştırdık fakat öne çıkan bir tarih bulamadık o konuda. Leonardo’nun doğum gününün 15 Nisan’a denk gelmesi 15 Nisan’da baharın ortaya çıkmasına, kazaksız sokağa çıkmaya başlamamıza, , insanların daha rahat giyinmesine, güneşin parlamasına, baharın güzelliğine denk gelmesi önemliydi.

Bu konuda Dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinlikler planlanıyor mu?

Uluslararası sanatçılar grubunun kendi potansiyelinde milyonlarca dolarlık bütçesi yok. Dolayısıyla bu yavaş yavaş kutlanılmaya başlanıyor. Bu gün her ülkenin kendi içinde belirli gücü oranında yavaş yavaş kutlanıp yayılacak. Ama bunun yavaş yavaş yayılması her birimizin elinde. Sanatın gerekliliğini, değerini, barışa katkısını, evrensel dostluğu, ırkçılıkla faşizmle mücadeleye katkısını gündeme getirebilecek bütün bunları dünyada taşıyacak bir bütçe haline getirecek iletişim vesilesi haline getirebilecek bir gün bu. Aynı zamanda her sene baharla birlikte sanatın önemini vurgulamak insanların birbirine sanat hediye etmesinin, galerilerin geç saate kadar açık olmasının önünü açan bir yaklaşım. Abdi İpekçi‘de canlı müzik konserleri olacak, dans gösterileri düzenlenecek, sanat kitapları ve boya satan çeşitli standlar olacak. O gece UPSD sanat galerisinde WAP sergisi açılacak. Nisan’ın 13’ünde Tomur Atagök, ben ve Yusuf Taktak’ın katılımıyla Beşiktaş Akatlar Kültür Merkezi’nde bir panel düzenlenecek. Nisan’ın 16’sında İtalya Leonardo Müzesi’nin müdürü İtalyan Kültür Merkezi’nde bir konferans verecek.

“Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır.”

Çağdaş sanat pazarı konusunda fikirleriniz almak istiyorum. İstanbul’daki sanat fuarlarında satış oranlarının yükselmesi ve Avrupa müzayedelerinde Türk çağdaş sanatına gösterilen ilgiyi baz alırsak piyasanın olumlu şekilde ilerlediğini düşünebilir miyiz?

Türkiye’de koleksiyonerler neden resim aldıklarını bilmiyorlar. Eskiden “kanepeme uyuyor”, “Boyu odama uyuyor” diye aldıkları zaman bile daha sağlıklıydı. Eskiden daha sağlıklıydı; şimdi müzayedeye gidip önemli görünmeye çalışmak ve içeriğini bilmeden kulaktan dolma bilgi ile indirim olan mağazaya koşar gibi bir rüzgara ve dedikoduya dayalı alım-satım var.  Bir de bunu yaparken hiçbir eğitim zahmetine girmiyorlar. sanat tarihindeki bir resim neden önemlidir? O sanatçıyı tanımak, o akımları tanımak, bir akımı tetikleyen belirli bir kişi ve belirli bir yapıtı neden önemlidir? Örnek olarak basit görülen desen neden sanat tarihinin akışını değiştirmiştir? Böyle derinliklere girmeden tam tersine müzayedelerde aralarında da anlaşarak girişilen para odaklı spekülasyonlar yaratan alımlarla  nereye kadar varılabilir ki. Altı doldurulmamış ve tarihi olmayan kişiler ile olsa olsa yapay göstermelik piyasa oluşturulmaya çalışılıyor. Bunu hem iç hem dış müzayedeler için söyleyebiliriz. Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır. Adımımızı attığımız anda aşağıya düşebileceğimiz bir odadır bu. Sanatın gelişiyor olması, daha çok insanın sanat eseri satın alıyor olması galerilerin çoğalması bir yere kadar sağlıklı bir yerden sonra sağlıksızdır. Galeri açmak bir başka iddiadır. Kapital değildir. Ömür üstünden yapılan bir şeydir. Sanatçıya gösterilen ilgidir. Bütün bunları yaparken bu işe ömrünü vermiş bu işi bilen okuyan kişiler bu piyasaya girmeli. Sanat piyasasına hisse senedi piyasasına girer gibi girilmemelidir. Resim uzun vadede zaman tünelinde en iyi geçinen şeydir. Kısa vadede bundan para yapmaya çalışan insan bu piyasayı bozar. Piyasanın canlanması gelişmesi bir yere kadar iyi, bir yerden sonra zarar vermeye başlar.

Mine Sanat Galerisi ile tanışıklığınız nasıl başladı?

Mine hanım ile nur beyi uzun süredir tanırım. 17 – 18 yıl oldu sanırım.  Karşılıklı çok sevgi saygı dolu bir ilişkimiz vardır. Yıllara yayılan şekilde beraberliğimiz kimi sergileri kapsayacak şekilde sürdü. Ben zaten belli bir galeriye bağlı çalışan biri değilim. Mine Sanat, Türkiye’de çalıştığım 6-7 galeriden biridir. Az önce bahsettiğim gibi mesleğini ciddi yapan, işini seven, Türkiye’de sanatın değerini ve mesleğin değerini bilerek bu işi ömür üstünden sürdüren ciddi bir profesyoneldir Mine Hanım.

HÜLYA DÜZENLİ İLE RÖPORTAJ

h_duzenliBu acı olayların diğer tarafına baktığımızda onurlu duran insan olmakla dünyayı bu hale getiren insan arasındaki çelişkiyi anlayamıyorum.

MİNE SANAT: Serginizde iki acı olayı dile getiren işlere yer veriyorsunuz, çıkış noktanızdan bahseder misiniz?
HÜLYA DÜZENLİ: Öncelikle doğal afet meselesi üzerinde durmak gerekiyor. Hatta “Afet” meselesini konuşmak lazım… Çünkü insanın yarattığı bir nedenle de afetler oluşabilir. Sonuç olarak afet acı bir şey. Bir çok insan ömürleri boyunca süren mağduriyetler yaşıyor. Burada öncelikle yardımlaşan insanlara olan saygı ve özenin  altını  çizmem gerekiyor. Muhakkak ki çok onur duyulacak bir şey bu ve bunun zor bir şey olduğunu da deneyimledim. Sağlıkta, ulaşımda, arama-kurtarmada çalışan, psikolojik boyuta bakan hekimlerden tutun da polise kadar bu konuda her kademede çalışan insanlara saygı içinde olduğumu belirtmek isterim. Sergide yeralan işler iki yıllık bir çalışmanın ürünü. Bu fikir bende Van depreminden önce oluşmuştu.  Bu nedenle Van’da ölenlere baş sağlığı, kalanlara kolaylıklar diliyorum. Ancak bu acı olayların diğer tarafına baktığımızda onurlu duran insan olmakla dünyayı bu hale getiren insan olmak arasındaki çelişkiyi anlayamıyorum. Ve bu çelişkiye dikkat çekecek işler yapıyorum.
Afetlerde bu çelişkiyi açıkça ortaya çıkaran bir durum var. Özellikle uluslararası boyutlar için söylüyorum; diyelim ki siz bir afet anında can düşmanınıza yardıma gidiyorsunuz ya da o size yardıma geliyor. Ne kadar güzel bir şey; fakat bu işler bittiğinde yine sizin düşmanlığınız devam ediyor. Bu da traji-komik bir şey… Aslında yardıma ihtiyaç olmadan asıl olması gerekenlerin ne olduğuna dikkat çekmek için afetlerin diğer tarafına bakmak gerektiğini düşünüyorum.
Depremde ortaya çıkan saf duyguya veya onura işaret ediyorsunuz.
Çünkü afet üzerinden konuşulurken işin hep onur kısmı konuşuluyor. Halbuki arka planda örneğin savaşları nereye koyacağız. Onların sebebiyle ortaya çıkan afet durumunu nereye koyacağız.  Zaptetmeler, üstünlükler var savaşın içinde. Yalnız sadece askeri mücadele için de değil; gündelik hayatta da buna benzer durumlar var. Bu karabasanı birbirimizle olan ilişkinin küçük bir boyutundan uluslararası boyutlara kadar çekebilirsiniz. İşte o zaman nerede bu onur? Daha doğrusu ne yapalım da daha barışçıl ve kardeşliğin estiği bir dünyada yaşayabilelim.
İşlerinizde evrensel birliktelik düşüncesi var ve bu konuda yerel kültürlerden yola çıkarak birlikteliğe dikkat çektiğiniz görülüyor.
Evet, orada aynılaşmaya da ilişkin bir durum var. Bir taraftan aynı şeyi üreten aynı şeyi tüketen aynı davranan aynı söyleyen bir prototip yaratma tehlikesi var. Bir taraftan aynı olgularla beslenmek yaşamak var. Sanatın hiç sevmediği bir şey  aynılaşmak… Farklı kültürlerin kendi söylemlerini koruyarak beraber olmaya dikkat çekmek istiyorum. Mesela siz ve ben ayrıyız ama bu ayrılık içinde birlikte olmayı başarabilmeliyiz. Zaten iki toplumun da yaşadığı afet birbirinden farklıydı. Bir tarafta yıkılan ev sayısı ile diğer tarafta yıkılan ev sayısı aynı değildi. Sosyal, ekonomik ve bilimsel nokta aynı değildi. Ama çok aynı şeylerde oldu. Örneğin; bir tarafta bir nükleer santralde yangın çıkarken, diğer tarafta da rafineri yangını olmuştu. İnsanın ürettiği ve çok ihtiyacımız olan enerji ile ilgili yerler olarak problem ortaktı. Her iki bölgede de tsunami problemi vardı. Ama dediğim gibi yıkılan ev sayısı aynı değildi. Veya insanların acıyı taşıyışları, dile getirişleri, farklıydı ama acı aynıydı. Ve algılayışları da farklıydı. Dolayısıyla o farklılıklarla aynılıklar arasında ilişkiler kurmaya çalıştım. Bu konu hakkında aslında şöyle diyebiliriz: İki tarafta da birer ressam var: Birisi Gölcük’teki ressam bu minyatür ressamı bir vak’a-nüvîs gibi olayları çiziyor. Çünkü biliyorsunuz minyatür olayları tarif eden bir sanattır. Diğer tarafta ise bir estamp sanatçısı var o da bir estamp ressamı olarak kendi bölgesini çiziyor.
Çalışmalarınızda ayrıntılara inersek esinlendiğiniz materyaller veya sanatçılar var mı?
Sahneleri çizerken minyatürlerdeki bazı sahnelerden veya estamptaki bazı sahnelerden faydalandım. Örnek olarak Japon sanatçılar Hokusai ve Hiroshige’den esinlendim. Bizim minyatürcülerden de aynı şekilde esinlendim. Bunun haricinde okumalarımdan yararlandım.  Örneğin Metin And’ın kitabında depremle ilgili şöyle bir mit geçiyordu: Önce bir balık var; Balığın üstünde inek, İneğin üstünde bir kaya, kayanın üstünde melek ve onun üzerinde bir dünya var. Ve hareket ettiği zaman deprem oluyor. Bu mitte depremin sebebi açıklanmaya çalışılmış. Dolayısıyla bu görüntülerin içinde orijinalinden çalıştığım konular  da var.
Çalışmalarınızda dikkatimi çeken diğer nokta da kelebekler…
Fukuşima felaketi görüntülerindeki kelebekleri origami sanatından, Gölcük felaketini işleyen görüntülerdeki kelebekleri ise geleneksel katlama tekniğinden esinle yaptım. Çocukluğumda Anadolu da gördüğüm eşarp katlayarak yapılan hayvan figürlerini hatırlıyorum. Ben de Çanakkale’ye gittim ve bu katlamaların nasıl yapıldığını bir köylü kadından öğrendim. Geleneğimizdeki bu kumaş katlama tekniğini kullanarak Gölcüğün kelebeklerini oluşturdum. Kenarlarına ise iğne oyası işleterek yerel etkiyi kullanmak istedim. Origami de geleneksel Japon kültürünü çok iyi tarif eden bir halk sanatıydı.
İşte katlayarak yapılmış iki ayrı forma ulaşan kelebekler başka başka şeyler yaşadılar.Tuvallerde kendi yaşadıkları felaketi taşıyan bu  kelebeklerin içinde deprem görüntüleri var. Fukuşima ve Gölcük deprem görüntülerini anlatan çizim çalışmalarında ise kelebeğin zarifliği, kırılganlığı ile birleştirilmeye çalışılmış geleneksel tekstil desenlerine yer verdim.
Bu anlatım dilini, malzeme, teknik, armoni, boyut vb. biraz anlatır mısınız?
Evet malzeme ve teknik oldukça zengin. Bazı resimlerde kağıt üzerine Çin mürekkebi ile çizim, etraflarına digital tasarımlar, katlanmış kağıt ve ipek kumaş, işleme, gerçek kelebek kanatları, oyulmuş plesiglas ile gravür boyası ve son olarak yağlı boya kullandım. Tüm sergide beyaz, siyah ve kırmızıdan başka renk kullanmadım. Boyutlarda örneğin Gölcük depremini anlatan resimler A3 boyutta yani dosya kağıdı ya da kitap boyutlarının oran özelliğini koruyor. Fukişima depremini anlatan resimler ince uzun dikey boyutlarda Japon resminin oran özelliğini koruyor. Bunun dışında dikdörtgen ve kare boyutları iç içe buluyorsunuz.
Serginizin dikkat çektiği noktaya ve amacına baktığımızda bir sorumluluğu da yerine getirme isteği taşıdığını  söyleyebilirim. Örneğin satıştan elde edilecek gelirden bağış yapmayı düşünüyorsunuz sanırım.
Sanatçının çözüm öneren kişi noktasında olduğunu düşünmüyorum. Çünkü çözümü oluşturacak olan başka enstrümanlar var. Mesela teknoloji önemli bir şey: İnsanların daha rahat ve kolay iletişim içinde olabilecekleri bir telefon var elimizde. Hepimiz ne kadar mutluyuz. Ama dinlemeyi ne yapacağız? Benim hayatıma müdahale etme noktasına kadar gelen dinlemeleri oluşturan teknolojiyi ne yapacağız? Tabiki dinleme ile ilgili teknoloji bazı açılardan doğrudur. -nerede kullandığımıza bağlı…- Dolayısıyla biz bilim adamlarına kalkıp da “Bunu yapmayın, tasarlamayın!” diyemeyiz. Çünkü o tek başına değildir. Onun yanında siyasilere çok büyük iş düşüyor. Dünya görüşlerine çok ihtiyaç var. Bütün buradaki insanların hepsinin birlikte ve doğru bir şey yapıyor olması lazım ki bu sözünü ettiğimiz sonuca ulaşalım. Dolayısıyla sanatçı bir dikkat çekici olabilir. Uyaran olabilir. Tartışma açan fikirleri çoğaltan olabilir. Benim sadece böyle bir görevim olduğunu düşünüyorum.

Sorunuzun diğer yanına gelince evet, ben ve Mine Sanat Galerisi bu sergide yer alan yapıtların satışlarından elde edilecek gelirin bir bölümünü bağışlama kararı aldık. Serginin bir sosyal sorumluluk projesi özelliği oluştu. Akut’a yapılacak bu bağış ile arama kurtarma konusunda yapacakları çalışmalar için umarım bizim de bir katkımız olur.

BERİL ANILANMERT İLE SÖYLEŞİ

b_anilanmertMİNE SANAT: Öncelikle Contemporary İstanbul’da yer alacak seramik çalışmalarınızın kurgusundan bahsedebiliriz. Yeni çalışmalar göreceğiz sanırım.

BERİL ANILANMERT: Evet işler yeni. Ama tema daha evvel kullandığım bir kavramı içeriyor yepyeni bir tema değil. Daha önce beş tema üzerinden gerçekleştirdiğim çalışmalarımı sergiledim. Bunların içinden Akbank Sanat’ta açtığım sergide kullandığım tema yine burada da devam ediyor. Hiçbir zaman için benim işlerini yaptığım temalar bitmiyor.  Orada açtığım sergide “kutsal kurban” teması vardı.  Kurban burada başka bir kavram içinde yer alıyor. Özellikle her inancın içinde yer alan bir kavram;  ama burada kurban yalnız nesne almamak gerekir belki de.  Doğanın da bir kurban olmasının yanı sıra; en değerli varlığın başka bir varlık için yok edilmesi olarak da kurban kavramı üzerinde düşünülebilir. Bunun da bir alış-veriş biçimi olarak almamız lazım belki de: Bir şey alıyorsunuz ki karşılığın da bir şey istiyorsunuz.

Burada zamanla gelişen, değişen ve günümüzde farklı çağrışımlara ve okumalara sebep olabilecek bir kültür parçasından söz etmemiz mümkün müdür?.

İnsanların en ilkel inançtan tek tanrılı dine kadar her türlü inancında var olan bir kavram. Çünkü insanoğlunun belli bir talebi var. O talebin karşılanması için bir başka şeyin verilmesi durumu var. Her şeyin bir kurban edilmesi söz konusudur. Dolayısıyla bu konuya soyut olarak da yaklaşabilirsiniz, gerçekçi ve günümüzde yaşanılanlarla da bu temaya yaklaşabilirsiniz. Onun için geniş ve her türlü konuyu içinde hapsedebilen bir konu.

Bu geniş konunun sunumu gerçekleştirmek için seçtiğiniz anlatım tarzında izlediğiniz belli bir yol olmalı.

Mümkün olduğu kadar soyut anlatmaya çalışıyorum. Çünkü çok kolaylıkla yanlış yorumlamalara yol açabilecek bir konu bu. Kod5205 serisine ait işlerimde insan ve hayvan figürleri kullandım. Bunlar doğrudan göndermeler yapan nesneler olabilir. Ama bu sefer daha soyut bir anlatımı tercih ettim. Ki bu sergide camı malzeme olarak kullandım.

Kod5205’te kullandığınız ready-made’lerden yeni çalışmalarınızda yararlanacak mısınız?

Evet, yararlanmayı düşünüyorum. Malzeme kullanımı sanatçının kendisini hür bir şekilde ifade edebilmesine olanak tanır. Burada hedef en iyi ifade şeklidir. İfademi ne tamamlıyorsa onu kullanmayı tercih ediyorum. Onlar da düşünceme çok güzel uyum sağlıyor. Zenginleştiriyor. Başka bir yere taşıyor ve boyut kazandırıyor.

Heykelsi seramikleriniz kimi zaman da soyut-dışavurumcu figürlere ve lekelere tanıklık ediyor. Seramik üzerinde kullandığınız bu çeşitlilik hakkında düşüncelerinizi alabilir miyim?

Seramik çok geniş bir alan aslında, bu malzeme ile hem iki boyut çalışırsınız hem üç boyut çalışırsınız; renkçi olabilirsiniz veya tamamen rengi reddedebilirsiniz. Dediğiniz gibi bazı seramiklerimde resim yapma hakkına bu yüzden sahibim. Ve seramiği ben burada bir palet gibi kullanırım. Karolarda veya diğer iki boyutlu çalışmalarıma o şekilde yaklaşıyorum. Biçim olarak derseniz evet heykele yaklaşan çalışmalarım da vardır. Ve bu ikisini seramik barındırabiliyor da. Aslında burada önemli olan teknolojinin ön plana çıkmamasıdır. Özünü ikinci plana atmaması gerekiyor. Çok geniş bir alanı var ama seramiğin en büyük sorunu plastik sanatlar alanında hala bir ön yargının taşınıyor olmasıdır. Bu ülkemizde moderniteden gelen bir önyargıdır. Örneğin Amerika’da Kaliforniya merkezli Funk hareketi sosyal içerikli eleştirel düşüncelerini ciddi, vurucu ve kaba olarak ifadesini seramik sanatı ile gerçekleştirmiştir. Funk sanatçıları seramiğin teknolojisi ile ilgili değillerdi; tamamen ifade aracı olarak kullanmışlardı ve bu seramikte çok yerini bulmuştur. Dikkat çekmek istediğim nokta, ülkemizde seramik sanatının yenilikçi ve kendini aşan yapısının göz ardı edilişi olmasıdır.

Yurt-dışında çalışmalar yaptınız, sergiler açtınız, bu yüzden kendi coğrafyanızı geniş açıdan ele alabileceğiz için şunu sormak istiyorum:  Seramiğin Türk Çağdaş Sanat’ındaki konumu sizi memnun ediyor mu?

Dediğim gibi bir ön yargı var ve bunu bir türlü atlatamadık. Bunu eleştirmenler veya araştırmacılar yeterince incelemiş değiller.  Seramik bir malzemedir. Ve bu malzemenin çeşitliliği vardır.  Ve de arkasından ciddi bir teknolojisi vardır. Bu teknoloji bazen biçimi ve kavramı ezmektedir.  Türkiye’de seramik eleştirisinin bu noktadan başlaması gerekir. Kaldı ki ülkemizde seramik eleştirmeninin ve koleksiyonerinin varlığından pek söz edemeyiz. Bunun dışında üç boyutlu çalışmalara uygun sergi mekânları çok azdır. Bu şartlar altında seramik sanatı kendini gösterme şansına pek sahip değil.  Dolayısıyla seramiği hala icra edenlerin olması bir mucize sayılabilir.  Bu insanlar az değildir.  Seramik, kendi alanında birçok etkinlik yapmaktadır. Örneğin; Yakın zamanda Eskişehir’de,  Ankara’da seramik sanatı ile ilgili uluslararası etkinlikler gerçekleştirildi. Fakat gazete veya dergilerde buna dair bir habere rastlamadım. Bunun sebebinin ise işte ön yargının varlığına bağlıyorum. Gereken değerin verilebilmesi için seramik dünyasından biri çıkması ve onun bu konuları değerlendirmesi gerekmektedir. Kısacası bilen birinin, haberinden, eleştirisine kadar bu olaya el atması gerektiğine inanıyorum. Eğer bunlar olmazsa ülkemizde seramiğin canlanması güçtür.

Seramik sanatında eğitimci rolünüz de var. Yukarıda bahsettiğiniz konuya seramik eğitiminin katkısını ve etkisini merak ediyorum.

 

1968’de asistan olarak eğitimci hayatıma başladım. Ve o tarihten beri seramikle ve eğitimiyle içli dışlıyım. Seramikteki gelişmeleri uluslararası çapta takip etmeye çalışıyorum. Çalışılması da gerekir. Bu takip sonucunda Türkiye’deki eleştirmen ve koleksiyoner eksikliğini hissedebilirsiniz. Ama artık bu beni aşan bir konudur. Benim amacım artık öğrenci kadrolarını iyi bir şekilde yetiştirmektir.  Ancak eğitimin olduğu kadar seramik sanatçı adaylarının da karşılaşacağı büyük zorluklar var. Mezun olduktan sonra bu işi hemen devam ettirmesi herkese göre mümkün değildir. Burada atölye zorunluluğu söz konusu… Ve bir seramik atölyesi açmak da ucuz bir konu değildir. Malzemelerle birlikte atölyeyi düşünürsek karşımıza çok da ucuz olmayan bir zorunluluk çıkmış olur. Hatta bir seramik atölyesinin orta ölçekli bir heykel atölyesinden daha pahalı olduğunu söyleyebilirim. Dolayısıyla okuldan mezun olur olmaz böyle bir yatırıma girilmesi biraz zordur. Bu zorluk, sanatçıların mesleğini bıraktıran bir olgudur aynı zamanda. Bunun yanında bu zamanlarda gençler hemen “tanınma” ve “ünlü olma” hevesi içinde. Ve buna karşın seramik, bunu hemen karşılayan bir sanat dalı değil. Seramik meşakkatli bir iştir. Hem maddi olarak sizden çok şey istiyor hem arkasından emek istiyor. Bugün, tüketim toplumunun, bugün yapıp ertesi gün şöhret olma istemine bu malzeme uygun değil. Seramik sanatı süreci uzun olan bir disiplindir. Bu sürece uzun soluklu insanlar girer ve bu konuda tutarlı işler çıkartabilir.

OKTAY ANILANMERT İLE RÖPORTAJ

o_anilanmertİdeale Koşanlar, Uçmak, Olmayan Mekanın Resimleri gibi temalarla sergilemeler yapan sanatçı bu defa daha büyük bir alan isteyen zemin üzerine sadeleşmeye yönelen çalışmalarıyla karşımıza çıkıyor.

Sanatçı, genellikle, resimlerinde günümüz dünyasında kaybolmakta olan insan ögesinin değerlerini ve yaşamla ilgili konuları yorumlamaktadır. Bu konuların ele alınışı soyut-figüratif, gerçek üstü, minimalist anlatımlarla birlikte, bazen espri mizah, bazen de eleştiren bir yaklaşım içindedir. Zıtlıklarla göze çarpan figürlerin eylemleri yaşamla ilgili çağrışımlarla yüklüdür.

Resimlerinizdeki mekândan söz etmek gerekirse; Bir serinizin isminde sizin de vurguladığınız üzere “olmayan-mekan”dan bahsedebiliriz. Görülmeyen ama sanki görülmesini istediğiniz bu mekândan biraz bahseder misiniz?

Olmayan mekanların resimlerinin konusu çağrışımlarla dolu geniş bir kavramdır. Resimlerimzdeki mekan soyuttur, boşluktur. Bazen denizin için, bazen de gökyüzüdür. Bu boşluğu anlam kazanması da içinde yer alan nesne ve figürlerin hareketleridir. Yeni resimlerimde, mekan ortadan kalkdırılmıştır. Figür veya nesneler, kolaylıkla algılanamayacak, yerçekimsiz bir mekanda yer almaktadırlar. Amacım yaşamla ilgili konuları ele almak ve soyut gerçeküstü bir dille yorumlamaktır. Bu konular, minimalist anlatmlarla bazen espri-mizah bazen de eleştiren bir yaklaşım içindedir.

İnsan figürleri ve diğer figürlerin (özellikle balıkların) aynı yokluğu paylaşmaları, birbirleriyle içsel bir bağlılık oluşturuyor.

Bir çok resimlerimde izlendiği gibi, birbirine karışan, kaynaşan figürler zaman zaman birbirlerini yönlendirmekte ve sürüklemektedirler. Burada figürler tüm zanlıların sembolüdür. Hepsi birbirlerini tanımaktadırlar. Resimlerimdeki figürlerin çıplak oluşu eşitliği, ast, üst rütbesini ortadan kaldıran, doğa ve insanı eşit olarak ele alan bir düşüncedir.

Atölyenizde desenlerin bir hayli fazla olduğunu görüyorum; dinamik kurgularınızda hissedilen çizgilerinizi ele veriyorlar. Ama bunun haricinde renklerinizin çizgisel dinamizme ve kurgunuzla bağlantısından bahseder misiniz?

Her zaman çizgiyle düşünürüm. Duygu ve düşüncelerimin biçime dönüşmesi karamalarla olur. Çizgi benim için konuşan bir öğedir. Kullandığım renk ve çizginin oluşturduğu görsellik minimalist bir tavrı da destekliyor. Çizgisel anlatımın siyah-beyaz resimlerimin yalın kontrastlığı içinde oluşturduğu hareketi ve dinamizmi güçlendirdiğini görüyorum. Son işlerimde çizginin mi rengi, sırtlayıp götürdüğünü rengin mi çizgiyi sırtladığına karar veremedim. Bence beraberliği ortamı ateşliyor.

Figürün var oluşunu bir ressam olarak anılarınızın da resminize etkisi vardır diye düşünüyorum.

Eserlerimi en çok etkileyen oluşum Pantomim snatıyla uğraşmam, oyun yazmam ve oynamamdır. Öğrenciliğime kadar uzanan bu minimalist sanat kolu en fazla çok şeyi, bilgiyi ileten yapısı ile beni zenginleştirmiştir. Bazı oyunlarım resim olarak biçim buldu. “İdeale Koşanlar” bunlardan birisidir. İdeal kavramı soyut bir kavramdır. Yaşam ile ilgili değerli ve değişken bir hedeftir. Bu kavuşma eylemi harekettir, dinamizimdir, koşudur. Bu konu resimlerimde beyaz resimler olarak yansımıştır. Birbirine karışan, kaynaşan figürler zaman zaman birbirlerini taşır, yönlendiri, sürür. Çoğu zaman da birbirlerini engelleyerek aynı yönde koşmaktadırlar. İnsanın insana davranışı resim çalışmalarıma kaynak olmuştur. Genellikle resimlerimde iki farklı figür hareket halinde yer alır. Bunlar zıtlık ve beden dilini anlamlaştıran figürlerdir.