BEDRİ BAYKAM İLE RÖPORTAJ

b_baykamTürk sanatının bugününe baktığımızda daha çok bu kavgada bizim açtığımız yoldan genç kuşağın gelmiş olduğunu görüyoruz.”

Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır.”

MİNE SANAT: Sanatınız üzerine düşündüğümüzde bugünlerde sizi hangi konular meşgul ediyor ve sanatınızda hangi konulara dikkat çekmek istiyorsunuz?

BEDRİ BAYKAM: Şu anda bir yandan benim sürekli ana işim olan tuval resimlerimi yapıyorum. Bir yandan 4D işler dediğim teknoloji ile iç içe olan 4 boyutlu çalışmalarımı yapıyorum. Son bir buçuk yıldır yeni bir tuval dizisi oluşturdum. Bu ilk tuvaller bir yandan tipik Bedri Baykam kimliği taşıyorlar. Hatta 80’li yıllar tuvallerime yakın bir profil çiziyorlar. Bu tuvallere daha dikkatle baktığımızda 90’lar ve 2000’li yıllarda içinden geçtiğim çok değişik deneyimlerden ve yaptığım çok değişik resim serilerinden de etkileşimler olduğunu görüyoruz. Yani bu tuvaller ilk bakışta o canlı boyalı tipik bir Bedri Baykam kompozisyonlu işler olmasının ötesinde bu resimler “Dişi Entrikalar” “İçsel İzler – Saydam Katmanlar” “Lolitart” serileri ile hatta teknoloji ile üretilmiş bambaşka bakış açısı olan işlerle de düşünsel ve fiziksel alışveriş içindeler. Dolayısıyla biraz daha dikkatli baktığımızda bu resmin tipik otuz yıl önceki Bedri Baykam tuvalleri ile olan paralelliklerini de görüyoruz farklılıklarını da görüyoruz.

Yeni çalışmalarınızın 80’lerdeki işlerinize çağrışımlarda bulunmasını belki o dönemden günümüze gelerek biraz daha açabilirsiniz.

Türk sanatının içinde farklı dönemler ve tartışmalar var. Mesela 80’li yıllarda figüratif resim mi yapacağız soyut resim mi yapacağız tartışması vardı ve bu tartışma insanların birbirleriyle kanlı bıçaklı olmasına, küsmesine, sağ ve sol gibi kamplara ayrılmasına ulaşan traji-komik bir durumdu. Realist figüratif resim yapmak ile maniyerist figüratif resim yapmakla bunu yapanla başka bir şey yapan arasında akademideki kimi tutucu isimlerin körüklediği medyaya da yansıyan bir kavga oluyordu. Genç sanatçılar o dönemde bu tartışmayı ibretle izliyordu. Fakat Türk sanatının bugününe baktığımızda daha çok bu kavgada bizim açtığımız yoldan genç kuşağın gelmiş olduğunu görüyoruz. Ben figüratif-soyut kavgasının bir noktasında hiçbir zaman bulunmadım. Çünkü benim resmim hiçbir zaman figüratif veya soyut resim olmadı. Resmim kimi zaman figüratif oldu kimi zaman soyut oldu. Vermek istediğiniz bazen soyut kavramdır bazen konudur bazen erotizmdir bazen figüre ihtiyaç vardır. Bazen siyasi, tarihidir bazen de anın kavgasıdır. Dolayısıyla figür olabilir ya da olmayabilir bu benim ana konum değildi. Bunu aştık bundan sonra 90’larda enstalasyon ve tuval kavgası geldi. Ben tartışmaya teorik olarak yazınsal olarak, düşünsel olarak katılmam dışında buna da kendi açımdan gülerek baktım çünkü kendi sanatımda zaten böyle bir ayrım yoktu. Çünkü multimediayı da entelasyonu da Türkiye’de ilk ısrarla yapan uygulayan bunun yeni sesini getirenler arasındayım ama bu durum dörtgen üzerine resim yapmama mani olmadı. Yani ben resim yapmayı entalasyona alternatif olarak görmedim. Herkes benim gibi olmak zorunda değil tabi ki. Kimisi entelasyon yapabilir kimi yalnız resim yapabilir kimi hepsini karıştırarak yapabilir ama Türkiye’de entelasyon yapanlar sanki tuval yapanlara savaş açtı. Entelasyon yapanların, tuval yapanları küçümsediği, demode ve statükocu bulduğu bir dönemdi. Bütün bu saldırılara da gülümseyerek baktım çünkü hayranlıkla katılmaya çalıştıkları dünya sanat merkezlerinde hiçbir zaman tuval resmi ölmedi. Müzelerde, galerilerde ve piyasada da ölmedi. Bilakis binlerce yıl sanat dikdörtgen üzerine yapıldıktan sonra bugün hala dikdörtgen üzerinde yeni bir eser üretmenin zorluğu, riski ve avangartlık derecesi zaten ortada bir olay. Bunca yıl dikdörtgen doldurulduktan sonra siz yeni bir dikdörtgene başlıyorum dediğinizde bu zaten başlı başına çok iddalı bir olay. “Maymunlara Resim Yapma Hakkı” kitabının post-duchamp krizi bölümünde detaylı bir şekilde anlattığım gibi Marcel Duchamp’ın yaptığı ready-madeler ve enstelasyonlarına bakarak aldığı risk oranına dikkat çekmek gerekiyor. Ben mesela çok iddialı bir iş yaptım; 58 kola şişesi kullandım, yere 79 tane mobilya artığı koydum ve bunu daha da perçinlemek için yıkılmakta olan 9 binanın fotoğraflarını kullandım. Bunları dikkate aldığımızda zaten o resme karşı taşıdığınız iddia çok havada kalıyor. Çünkü o konuda alınacak bir risk varsa bunu zaten Marcel Duchamp fazlasıyla almıştı. Demek ki orada içerik ilgili çok iddialı bir veri olması lazım ki o ensteleasyon konuşsun çarpıcı olsun…

Ama buna da ender rastlıyoruz. Daha çok bienal sanatına benzemeye çalışan sergilerde de oldukça tekrara dayalı belirli dozda fotoğraf, belirli dozda desen, belirli bir dozda atık gibi çalışmalar görüyoruz. O sergi çoğu zaman, belirli bir hızda gezen insanlara hitap ediyor .O insanlar da zaman kıtlığından ortalama yirmi dokuz dakikalık videoların en fazla bir buçuk dakikasını izliyorlar… daha sonra gelir izlerim diyorlar hiç bir  zaman gelemiyorlar çünkü hayat öyle kurgulanmış. Maalesef insanların atomistik zaman parçalanmasında başka öncelikleri var. Diziler trafik sıkışıklığı, karsıtyla kavga etmek gibi. Dolayısıyla sergide görülen görüldüğü gibi kalıyor. Ve o şema insanlarla sanal ilişki kuruyormuş gibi oluyor ve havada kalıyor. Belki resmin insanla kurma şansı olan ilişkinin derinliğine fazla giremiyor.

Ben video da yapmış insanım entelasyon da yapmış bir insanım hatta enstelesyonların çoğu politik oldu sansüre karşı oldu kimisi erotik oldu. Aslında entelasyon dışında canlı mekan düzenlemeleri yapan bir insanım. Kendimi uzam yönetmeni olarak görüyorum. Sergileme alanında mekanın ışığı, havası, dekoru, kullanacağım canlı aktörü içine alan birçok sergi yaptım. 1987’de I. İstanbul Bienali’nde yaptığım, “Günah Odası,” Ingre – Jerome, Burası Benim Hamamım enstelasyonu vs. Tüm bunlar 90’lı yıllarda Türkiye’de multimedia ve güncel sanat adı altında –büyütülmüş fotoğraflar, siyasete giriş, erotizme giriş, izleyiciyi dahil etme açısından-  ortaya çıkan her şeyin alfabesi o sergiden türemedir. Bu çok net olarak ortadadır. Ama enteresan bir şekilde 90’lı yıllarda güncel sanat adına savaş açıp bir de tuval resmi – güncel sanat kavgası yaratanlar, sanki bu tip sanat eserlerini 90’ların ortasında Satürn’den buraya yollanan bir kapsülden durup dururken ortaya çıktığını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla sahte sanat anlatımına soyunulmuştur. Türkiye’de bu durum, gerçek sanatçılar ve sanat tarihçileriyle Türkiye’nin sanatını kendi doğum tarihlerine ve kendi yaşam tarihlerine göre yeniden sahte bir şekilde yazmaya çalışan küratörler arasında bir tarih ikilemi yaratmıştır. Türkiye’de çağdaş sanatın, Türkiye’ye gelip gitmiş müze müdürü ve sanat tarihçisinin deyimiyle güncel sanatının 90’larda başladığını sanan bir batılı insanlar grubu vardır. Halbuki hepimiz bu ülkenin sanatının yavaş yavaş nereden nereye geldiğini biliyoruz. Mesela ilk 80’lerde yeni duşavurumculuk ile birlikte grafiti, kolajın girmesi 87’de bienal sergisinde enstelasyonlar ışıklar , fotoğraflar, sesler… Şimdi bütün bunların 80’ler boyunca yapıldığını batıya açılmanın 80’lerde olduğunu “Maymunların Resim Yapma Hakkının” ve manifestoların 80’lerde yazıldığını, batıya isyan bayrağının açılmasının 80’lerde olduğunu bu piyasanın 80’lerde yavaş yavaş oturup geliştiğini biliyoruz. 80’lerde bunu yapan bizlerin de 50’lere 60’lara 70’lere borcumuz olduğunu biliyoruz. 80’lerde binbir zorluğa rağmen bu resmi üretip satabilip devam edebildiysem bu Fikret Mualla, Abidin Dino, Nejat Devrim gibi sanatçıların açtığı saha ile mümkün olabilmiştir. Bunlar üst üste konan tuğlalarla olan bir şeydir.

Günümüzde bahsettiğim kavgalar enteresan bir şekilde başka politik düzeylere kayıyor. Türkiye’nin kemalist eksenden cumhuriyetçi eksenden kayıyor olmasından mutlu olan ve bundan AB’nin kendisine çıkaracağı onurları paylaşmak için onların deyimiyle “mustafa kemal statükoculuğu”nu kötüleyen aşağılayan grupların oluşturacağı sanatsal batı bağlantılı gettolar, ürettiğimiz sanat ve savunduğumuz fikirler dışında Türkiye’de sanatçılar girişimi adı altında en ünlü ressamları tiyatrocuları aktötrleri, yazarları bir araya getiren, her olumsuzluğa reddediyoruz diye karşı çıkma cesareti gösteren aydınların duruşu ile siyasal yol ayrımına gelmiştir. Üç yol ayrımından bahsettim; 30 yıl geriye baktığımızda figüratif – soyut tartışması bunların yanında çok sempatik kalıyor. 15 yıl geriye baktığımızda enstelasyon ve tuval ayrımının arkasında sanatsal bazı inatlar veya küratoryal bazı ego çekişmelerinin bıraktığı sahte tarih üretimi ve bugün yaşanan siyasal yol ayrımını özetle bu şekilde anlatabilirim.

Son zamanlarda ürettiğiniz 4D çalışmalara baktığımızda teknoloji de sanatınızda başat rol oynuyor? Bu çalışmalarınızın fikri alt yapısından bahseder misiniz?

Ben hem teknolojiyi kullanıyorum hem de onun dışında yalnız tuval işler de yapıyorum . Onları da bugün birçok sanatçının asistanlarına resim yaptırması gibi işlere girişmeyip her şeyi kendim yapıyorum. Şimdi ben kendimi tekrarlayan bir ressam değilim yaptığım her şey birbiriyle ilişkili; her bir resmim kendi içinde bir  dünya, her bir resmimde bir kompozisyon iddiası var. Ayrı bir malzeme ve konu iddiası var. Her bir serinin birbiriyle artı eksi, itiş kakış ilişkisi var. Eski serime tepki olarak da yaptığım resimler var. Onlardan bir şeyler alarak ve üzerine katarak giden seriler de var. 4D’ler az önce bahsettiğimiz gibi uzaydan kapsülle inmedi nasıl 30 yıldır kolaj yapıyorsam nasıl fotoğrafla resim arasındaki ilişkileri kurduysam nasıl “dişi entrikalar”dan geçtiysem nasıl boyasal saydam katmanlarla uğraşıp sonra bunu fotoğraf saydam katmanlarına geçiş yapıp arkasından malzeme saydam katmanlarına geçiş yapıp arkasından boyasal, fotoğraf, malzeme saydam katmanlarının tamamını yepyeni bir düzleme aktarıp bilgisayar geri planında tuvalin iç içe geçtiği yeni bir sunum fonksiyonunu üretebildiysem bu benim bir sürekli yaşayan bir mutfağa sahip olduğumdandır. Bu durum insanların birbirinden farklı ve birbirinden beslenen yeni kapılar açılan labirentte, kimi zaman kaybolup kimi zaman ışık şurdanmış diye gidip o yola girmesi gibi bir şey. Risk almayı seviyorum.

Politikanın –çözüm üreten mekanizma-  içindesiniz aynı zamanda sorunlara dikkat çeken bir sanat üretiyorsunuz. Sanat ve sorumluluk bağlamında sanatın politik olup olmaması konusunda düşünceleriniz nelerdir?

Sanat, siyasi olmaya mecbur değildir. Her sanatçı özgürdür sanatçı isterse  yalnız çiçek resmi yapar veya yalnız manzara resmi yapar yalnız soyut resim yapar.. Ama buna rağmen duruş çok politik olabilir. Politik olması için illa ki sanatçının siyasi sanat üretiyor olmasına gerek yok. Yalnız renklerle resim üreten sanatçı da sanatçılar girişiminin imzacısı somut katılımcısı olabilir. Olmalıdır. Ama ben Türkiye’nin siyasetine de çözümler getiren bir insanım. İtiraf edeyim; siyasi ortam, sanatçının siyasi ortamı kendilerinden daha iyi analiz edebiliyor olmasını veya bunu zaman içinde kanıtlamış olmasını veya onlardan siyasette de daha çalışkan olmasını kolay kolay hazmedemiyor. Sanatçılar siyasal bir şey de hazırladıkları zaman siyasal ortam bunu hazmetmeye hazır değil örnek olarak bir yıldır üzerinde çalıştığımız sanatçı haklarıyla ilgili millet  meclisi yasa taslağı verdik kültür bakanlığına ama teşekkürü bırakın ilgi gördüğümüzü dahi söyleyemem.

UPSD’nin önerisiyle tüm dünyada 15 Nisan’da dünya sanat günü ilan edildi. Derneğin başkanı olarak bu  süreçten bahsedebilirsiniz?

Avrupa sanat birlikleri dünya genel kurulunda Türkiye Milli Komitesi UPSD’nin önerisiyle Dünya Sanat Günü, Leonardo Da Vinci doğum günü kabul edildi.

Bu öneriyi sunmanızı besleyen idealleriniz neydi?

Bunun boşluğunu hep hissediyordum. Tiyatro günü var. Müzik günü var. Anne günü, Baba Günü var. Bizim niye günümüz yok diye sorguluyoruz ister istemez. Arkadaşlara bu boşluğu yönetim kurulunda açtım. Ne olabilir diye düşündük. Sanatçı ismi olarak kim olması konusunda geçmişe baktığımızda Caravaggio diyebilirsin, Michelangelo diyebilirsin, Picasso diyeblirsin,  Dali diyemezsin (gülüşmeler) ama bütün bunlardan süzülen isim Leonardo oldu. Çünkü bugünün disiplinler-arası geçişe de çok müsait olan o çok boyutlu ve çok katmanlı düşünce yetisini ve bunu ortak üretim alanına açma kapasitesini baz alarak Leonardo Da Vinci ismini düşündük.  Ama örneğin mağara resimlerinin dünyada ilk olarak keşfedildiği anını bulsaydık “o gün olsun” da diyebilirdik. Onu araştırdık fakat öne çıkan bir tarih bulamadık o konuda. Leonardo’nun doğum gününün 15 Nisan’a denk gelmesi 15 Nisan’da baharın ortaya çıkmasına, kazaksız sokağa çıkmaya başlamamıza, , insanların daha rahat giyinmesine, güneşin parlamasına, baharın güzelliğine denk gelmesi önemliydi.

Bu konuda Dünyada ve ülkemizde çeşitli etkinlikler planlanıyor mu?

Uluslararası sanatçılar grubunun kendi potansiyelinde milyonlarca dolarlık bütçesi yok. Dolayısıyla bu yavaş yavaş kutlanılmaya başlanıyor. Bu gün her ülkenin kendi içinde belirli gücü oranında yavaş yavaş kutlanıp yayılacak. Ama bunun yavaş yavaş yayılması her birimizin elinde. Sanatın gerekliliğini, değerini, barışa katkısını, evrensel dostluğu, ırkçılıkla faşizmle mücadeleye katkısını gündeme getirebilecek bütün bunları dünyada taşıyacak bir bütçe haline getirecek iletişim vesilesi haline getirebilecek bir gün bu. Aynı zamanda her sene baharla birlikte sanatın önemini vurgulamak insanların birbirine sanat hediye etmesinin, galerilerin geç saate kadar açık olmasının önünü açan bir yaklaşım. Abdi İpekçi‘de canlı müzik konserleri olacak, dans gösterileri düzenlenecek, sanat kitapları ve boya satan çeşitli standlar olacak. O gece UPSD sanat galerisinde WAP sergisi açılacak. Nisan’ın 13’ünde Tomur Atagök, ben ve Yusuf Taktak’ın katılımıyla Beşiktaş Akatlar Kültür Merkezi’nde bir panel düzenlenecek. Nisan’ın 16’sında İtalya Leonardo Müzesi’nin müdürü İtalyan Kültür Merkezi’nde bir konferans verecek.

“Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır.”

Çağdaş sanat pazarı konusunda fikirleriniz almak istiyorum. İstanbul’daki sanat fuarlarında satış oranlarının yükselmesi ve Avrupa müzayedelerinde Türk çağdaş sanatına gösterilen ilgiyi baz alırsak piyasanın olumlu şekilde ilerlediğini düşünebilir miyiz?

Türkiye’de koleksiyonerler neden resim aldıklarını bilmiyorlar. Eskiden “kanepeme uyuyor”, “Boyu odama uyuyor” diye aldıkları zaman bile daha sağlıklıydı. Eskiden daha sağlıklıydı; şimdi müzayedeye gidip önemli görünmeye çalışmak ve içeriğini bilmeden kulaktan dolma bilgi ile indirim olan mağazaya koşar gibi bir rüzgara ve dedikoduya dayalı alım-satım var.  Bir de bunu yaparken hiçbir eğitim zahmetine girmiyorlar. sanat tarihindeki bir resim neden önemlidir? O sanatçıyı tanımak, o akımları tanımak, bir akımı tetikleyen belirli bir kişi ve belirli bir yapıtı neden önemlidir? Örnek olarak basit görülen desen neden sanat tarihinin akışını değiştirmiştir? Böyle derinliklere girmeden tam tersine müzayedelerde aralarında da anlaşarak girişilen para odaklı spekülasyonlar yaratan alımlarla  nereye kadar varılabilir ki. Altı doldurulmamış ve tarihi olmayan kişiler ile olsa olsa yapay göstermelik piyasa oluşturulmaya çalışılıyor. Bunu hem iç hem dış müzayedeler için söyleyebiliriz. Öğrenme fobisiyle, cehalet örtme çabasıyla, içeriği dışlama lüksüyle, müzayede evlerinin de körüklemesiyle cehaletin parayı paranın cehaleti desteklemesiyle oluşturulan bu piyasalar bu gün bizi mutlu ediyor iş hacmi arttırıyor gibi görünse de bu piyasa, zemini olmayan nefis bir odayı çağrıştırmaktadır. Adımımızı attığımız anda aşağıya düşebileceğimiz bir odadır bu. Sanatın gelişiyor olması, daha çok insanın sanat eseri satın alıyor olması galerilerin çoğalması bir yere kadar sağlıklı bir yerden sonra sağlıksızdır. Galeri açmak bir başka iddiadır. Kapital değildir. Ömür üstünden yapılan bir şeydir. Sanatçıya gösterilen ilgidir. Bütün bunları yaparken bu işe ömrünü vermiş bu işi bilen okuyan kişiler bu piyasaya girmeli. Sanat piyasasına hisse senedi piyasasına girer gibi girilmemelidir. Resim uzun vadede zaman tünelinde en iyi geçinen şeydir. Kısa vadede bundan para yapmaya çalışan insan bu piyasayı bozar. Piyasanın canlanması gelişmesi bir yere kadar iyi, bir yerden sonra zarar vermeye başlar.

Mine Sanat Galerisi ile tanışıklığınız nasıl başladı?

Mine hanım ile nur beyi uzun süredir tanırım. 17 – 18 yıl oldu sanırım.  Karşılıklı çok sevgi saygı dolu bir ilişkimiz vardır. Yıllara yayılan şekilde beraberliğimiz kimi sergileri kapsayacak şekilde sürdü. Ben zaten belli bir galeriye bağlı çalışan biri değilim. Mine Sanat, Türkiye’de çalıştığım 6-7 galeriden biridir. Az önce bahsettiğim gibi mesleğini ciddi yapan, işini seven, Türkiye’de sanatın değerini ve mesleğin değerini bilerek bu işi ömür üstünden sürdüren ciddi bir profesyoneldir Mine Hanım.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir