Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur…

Röportaj: Başak Topkaya

ozdemir_altan

Fotoğraf: Ufuk Ülker

Geçmişten beri, sanat ile ilgili görüşlerinizi paylaşırken, çoğu zaman direkt olarak dile getirmemiş olsanız da, sizin ortaya koyduğunuz sanatın ülkemizde anlaşılmasının çok zor olduğuna değiniyorsunuz. Durum hala öyle midir? Özdemir Altan’ın sanatı anlaşılmaya başlandı mı?

Bulgularım oldukça eskiye dayandığı için, bugün anlatma olanağım da daha geniş olduğu için anlamayan daha az artık. Halk tarafından anlaşılması imkansız olmakla birlikte genç kuşaklar, sanatçılar, öğrencilerim anlıyorlar. Ancak Türk sanatının genel çizgileri dolayısıyla Türkiye’de gelişmiş göz o kadar geri kalıyor ki, devamlı olarak kötü örnekler gördüğümüz için… Düşününüz ki bir Alman çocukluğundan beri Dürer, Rembrandt, Matisse, Cezanne görüyor, bu gözün gelişmesini sağlıyor, bir formasyon sağlıyor tabi ki. Türkiye’de hiçbir şey görmüyoruz, gördüklerimiz de bol miktarda kötü resim… Son zamanlarda özellikle bazı olaylar dolayısıyla bazı ressamlar durup dururken ön plana çıkarılıp sanat gibi gösterildi maalesef. Benim çocukluğumdan beri yapmakta olduğum resim daima en yüksek sanat idealini taşıdı ve kolay anlaşılması beklenemez.

Siz bütünüyle kabul etmeseniz de, ülkemizde ilk küratöryel çalışmayı sizin yaptığınıza dair yaygın bir kabul var. Günümüz sanatı çerçevesinde düşünürsek küratör, sanatın hangi noktasındadır?

Sanat eleştirmeni anlamında kritik kelimesi kullanılırdı, küratör her alanda oluyor, araştırmacı anlamına geliyor. Küratörler; sanat yapımcıları, sanat organizatörleri, sanat üzerine teşhisler koyanlar, sanat sergileri düzenleyenler, bir sanatçı ne ise küratör de aşağı yukarı odur. Diyelim ki Manet’yi yepyeni bir gözle sergileyen, şimdiye kadar herkesin fark etmediği şeyleri gören biri küratör tanımına uyar. Türkiye’de yetişmesi çok zor, şimdilik olmadı bugüne kadar.

Soyağacı, 2015, tuval üzerine akrilik, 81x110cm

Rastlantısallık üzerine kurulu çalışmalarınızda, bir sergileme mekanından öte resmin kendi mekanı içinde aslında küratöryel bir düzenlemeden bahsetmek olası. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

Rastlantı üzerine derim ki bizim yeteneğimizin sınırları vardır ama rastlantının yok eğer rastlantıyı yönlendirebilirsiniz, tabii bu deyim biraz kuşku götürür bir deyim madem yönlendiriliyor rastlantı olmaktan çıkar ama bunun ne demek olduğunu rastlantıyı kullanan insanlar çok iyi anlarlar, varsa o insanlar. Ayrıca denetimsiz ve rastlantıyla yapmış olduğum işlerim sanırım kastettiğiniz haritalar. Önce ben konunun etrafını boyayıp sonra ilçeleri kontrplaktan kestirip, yani birbirleri ile ilişkisi olmayan elemanların, kişiliklerin; çocuk, amatör, profesyonel, Rembrandt’ tan kopya dağıtıyorum ve kendilerini tamamen serbest bırakıyorum. Sonra tekrar geri aldıklarımı arkalarındaki numaraya göre yerlerine monte ediyorum ve asla hiç bir müdahalede bulunmuyorum. Sonuçta tarih boyunca sanatçılar rastlantıyı bilinçli olarak arıyor ve buluyorlardı. Ben ise rastlantıyı serbest bıraktım. Hepsinin rastlantısal bir şekilde bir yere gelmesi tarihi epey eskidir. Benim ilk defa; ‘Sanat birbirinden farklı kavram, köken, yapı ve mantıkların bir araya gelmesiyle oluşur’ keşfimden kaynaklanmaktadır. Nitekim eğer siz birbirinden farklı elemanlar; çünkü Türk sanatında kimse eleman kullanmıyor, kullandıysanız espas doğacaktır. Bunlar birbirinden farklı olduğu için aynı yüzeyde durmayacak, birbirlerine iteceklerdir. Espası dert edinmeyi bana Türk düşünce sisteminin katılığı, tek taraflılığı hediye etti. Espas, batı resminin iki boyuttan üç boyuta, skolastikten hümanizme, tek sesli müzikten çok sesli müziğe geçiştir. İşte burada espasın anlamı da tam olarak ortaya çıkıyor. Rönesans için tam olarak bunu söylersek yeterli olacaktır. Espas yüzeysellikten sıyrılmaktır, derinliktir, boşluğu doldurmaktır. Resim tuvalin yüzeyine değil, boşluğuna yapılır. Türk resmine bakarsanız hala espasın olmadığını hemen anlayabilirsiniz, ben yıllardır uğraşıyorum. Nasıl demokrasi kavramı bir türlü oturmuyorsa espas da oturmuyor bir türlü, çünkü bizim tek taraflı düşünce sistemimiz en derinlerde kazılı. Birbirinden farklı elemanları kullandığınız takdirde espas ancak o zaman doğar.
Küratörlere gelince eksik olmasınlar da karıştırmayalım isterseniz… Küratöryel dediniz, zaman zaman genç arkadaşlar yazılarda yazıyorlar teşhislerde koyuyorlar tabii ki fark edilmeye başlandı. İyi şeyler olarak kabul edebiliriz belki ama ne yapalım ki kolay değil, Türkiye’de müze yok, geçmiş yok, sanat geçmişi yok. Türkiye’de sanatın olmasına imkan yok çünkü kriter yok.

Günümüzde yapılan müze çalışmalarıyla ilgili neler düşünüyorsunuz?

Eğer uluslararası bir müze kurarlarsa çok iyi olur. İyi durumda olanlar müze yapmak istediler aşağı yukarı Ankara’da üç, İstanbul’da bildiğim üç-dört tane müze kurulacaktı ama benim sürekli konuşmamdan dolayı moralleri bozuldu, yapmadılar. Ben sürekli ‘Türk resminden müze olmaz’ dediğim için hepsi durdu ve şimdi meseleyi anladılar, bıktırıcı bir şekilde bunu hep dile getiren benim. Niye olmaz, müze şaheserlerin yuvasıdır da ondan. Rembrandt’ın, Brueghel’in, Botticelli nin, Cezanne’nin, Matisse’nin, Degas’ın mekanıdır. Türk sanatından mı öğrenilecek resim, adam yapacağı resmi unutur. Mesele yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı, bir girişimci duyduğuma göre 9 metre boyutlarında Rauschenberg satın almış, benden kaynaklanıyor, başkasının aklına bile gelmeyecekti. Günün birinde Türkiye’de doğru dürüst bir müze kurulursa altına “Özdemir Altan’a teşekkürler” yazarlarsa iyi ederler. Eğer Türk sanatçıların eserlerinden bir şey yapılacaksa ona müze denilmemeli, ancak Ulusal Koleksiyon denebilir ya da Özel Türk Resim Koleksiyonu gibi bir şey olmalı. Dürüst olmak gerek çünkü Dünya Müzeler Birliği kabul etmez ki.

Söyledikleriniz bağlamında Soyağacı serinizin yeri nedir?

Soyağacı 1990 yılında başladı, benim 9 döneminden birisiydi. Ailenin soy ağacını dayım anneme veriyor annem de bana verdi. Aşağı yukarı 1700 küsür senelerden itibaren anne tarafımdan devam ettirilen bir soy ağacı var. Sonra ben ona bizimkileri ekledim, bir de baktım ki resim gibi, ilk yaptığım soy ağaçları tıpatıp o soy ağaçlarına benzer. Zamanla zenginleşti, orada hiçten bir dünya yaratmak istediğimin farkındayım çünkü o kadar basit bir konu o kadar tekrar ediyor ki birinden diğerine geçince farklı çıkıyor, ben de şaşırıyorum. Yüzlerce oldu, yuvarlaklar içinde işaretler hep aynı konu ama hepsi çok farklı, hiçten bir dünya yaratma içgüdüsü aslında. Asla bir karar vererek yapmam, önyargıyla başlamam; başlarım olur, yaparım olur, zaten oluncaya kadar da uğraşırım eğer olmuyorsa. Soy ağaçları benim çok sevdiğim yemek gibi. Dönem olarak 1990’da başlıyor ama zaman zaman hep çıkıyor karşıma… Yeteneğimizin sınırları var ama rastlantının hiç yok. Sonsuzluğa gidiyor; gökyüzü gibi, feza gibi. Müzelerin Türk resmi değil de büyük üstadların resimlerin alınması, müzede olması gerekirken; her şeyde bir kötülük girecek ya işin içine burada da oldu bu. Galericiler bu seferde şansını kaybetmiş çağdaş ressamlardan almaya başladılar Mark Kostabi gibi ama aslında Türk resminden daha iyi değil, tamamen dekoratif şeyler… Bir yandan her şey çok iyi bir yandan da kötü. Shakespeare ne kadar da haklı değil mi Macbeth de “İyi kötüdür kötü de iyi”… Doğrudur da. Müzayedeler, galeriler, çok büyük meblağların olması… Güven eşittir para oluyor. Her sanatçı sanatına çok güvenir ama en azından çok büyük meblağlar olmamalı. Sanatının iyi olmadığını bilen sanatçı girer böyle piyasalara, sanatına güvenen sanatçı girmez. Müzayedecinin kanıtlayıcılığı ile resmin aldatıcılığının tutması gerekir, dekoratif olması gerekir. Alacak olan kişi ancak dekoratif olursa onun ‘iyi’ olduğuna inanabilir. Dekoratiftir Türk resmi. Türkiye’de hemen hemen herkes giriştiği her şeyden karlı çıkmak isteyen insanlardan oluşuyor ve için sanatçıların da böyle olduğunu düşündüğümüzde böyle piyasaların olması çok normal… Yok, olmuyor, olmaz da! Geçmiş yok, müze yok, kriter yok. Bir müzayedeciye “Uzun yıllardır iyi olmayan sanatı iyiymiş gibi gösterip satıyorsunuz, dostça bir öneride bulunayım; benimle çalışın, benim sanatım gerçekten iyi sanattır ama çok yüksek fiyatlar da koymayın, makul fiyatlar olsun”. Olmadı, geri dönmediler. Çünkü iyi olmaması gerek, dekoratif ve kolay anlaşılabilir, sıradan olması gerekir. Türkiye’de resimleri yüksek fiyata satılan ressamların resimleri dünyada beş para etmiyor. Türkiye içine kapanık, Türkiye dünya ile uyum sağlayamaz. Hala Brahms’ın bestelerini benim için de senin için de yaptığını bilmiyor, Türkiye evrenselliği kavrayamamış, o Alman müziğidir, bu da Türk müziğidir deyip geçiyor. Almanya’da 30 tane müze var bir tanesinde 300 tane resim varsa oradakilerden bir tanesi bile bizde yok. Bu ülkede sanat ilerler mi? Brueghel’in ‘Körler’ adlı resmi 300 yıldır İstanbul’da asılı olsaydı ne Osman Hamdi olacaktı ne de İbrahim Çallı. Kompozisyon yok, eleman yok ama onlar üstatlarımız olarak kabul edildi. Sanatçılarımız hala aynı; bir uslüp buluyorlar ve onu çoğaltıyorlar. Bir Gauguin, bir Van Gogh olsaydı bizi öyle bir terbiye ederdi ki… bir kere gidip görmekle de olmuyor, çocukta başlayacak o görme ve bakma kültürü.

Kozyatağı, 19 Ağustos 2015

Ben Sanatın Sade, Arık Olanını Tercih Ediyorum, Yapıtlarım da O Şekilde Göndermesiz, Çocuksu, Saf ve Arık.

Röportaj: Hande Özdilim Yıldırım ve Dolunay May

D.M.: Serginizden ve kurgusundan biraz bahsedebilir misiniz?

Y.T.: Resimlerimin içerisinde, kadrajda yer alan, var olan biçimler sürekli yenileniyorlar. Bunun yanı sıra bir yandan da hiçbir zaman terk edemediğim ifadeci gibi görünen biçimlerim var. Kuşkusuz bu süreçte renkte devreye giriyor, renkte önemli oluyor benim için. Aslında tüm sergilerimde olduğu gibi bu sergimde de ben çok samimiyim, yani çok içten davranmak istiyorum hatta içten geliyor her şey. Bugüne değin hesapsız kitapsız, kasılmadan, rahat sergiler yaptım. Mine Sanat Galerisi’ndeki son sergimin de böyle olmasını istiyorum. Ben birey olarak neysem sergide adeta onun göstergesi olacaktır.

yusuf_taktak

Fotoğraf: Ufuk Ülker

D.M.: Bu serginizde yer alacak çalışmalarda, plastik düzlemde gözle görülür bir sertlik söz konusu. Plastik unsurlar dışında politik veya siyasi bağlamda da sert bir söylemden bahsedebilir miyiz?

Y.T.: Öğrenciliğimden başlayıp bugüne kadar gelen süreçte, çoğu zaman tarif ettiğiniz sertlikte politik bir duruş sergiledim. Benim şimdiye kadar yaptığım duvar resimlerinde olsun, ondan sonraki süreçlerde olsun, hem içerik olarak hem de biçimsel olarak net ve sert duruşum içeriğin iyice olgunlaşmasına yaradı. Burada da içten içe düşündüğümüz zaman sizin de dediğiniz gibi belki de toplumsal durumun son bir yansıması da oluyor bu resimlerde. Bir çeşit ben varım ama ben böyle bir toplumda yaşıyorum, bunun yansımaları da olabilir. Ben resimlerimde soyut düşünüyorum, aslında soyut düşünmek istediğim için de öyle oluyor. Hiçbir zaman illüstre etmek istemiyorum, hikaye anlatmak istemiyorum. Zaten yaşamda hikayenin kendisi olup bitiyor. Ben bu hikâyenin ötesindeki gerçekliği, sanatsal yorumumla anlatmaya, ifade etmeye çalışıyorum. Bahsettiğim gibi kavramsal sanat ile bağlantı kurduğum yıllar 70’li yıllardı. 70’li yıllarda fotogerçekçi resimle tanıştım. Aynı dönemde dünyada kavramsal sanat da alabildiğine popüler olmuştu. Herkes kavramsal sanattan etkilenmişti. İzlediğim yayınlarda onunla ilgili görseller görüyordum, bazı kitaplarda bir şeyler okuyordum, kavramsal öğeler benim resimlerime de yansıdı. Hiperrealist anlayışta resim yapmayı bıraktıktan sonra hatta yaparken de zaten benim savım şuydu: Ben ayda bir tane, dört ayda bir tane resim yapacak insan değilim. Ressamlar fotogerçekçi ya da hiperrealist ressamlar vakti zamanında yapılacak en önemli resimleri yapmışlardı. Benim bir kez daha yapılan şeylerin üzerinden gitmem, kopyacılıktan öte anlam taşımaz diye düşündüm. O yüzden terk etmiştim. Bu yaklaşım bana özgün bir tavır gibi gelmedi. Benim kendimi bulmam lazım, ben kimim diye arayışa geçtim. O dönem kafamı meşgul eden bu düşünceler, benim için çok değerlidir. Gerçekten realist resmi iyi ki de bırakmışım. O döneme ait gerçekten iyi resimlerim vardır. Kendi çapımda fotogerçekçilik ile toplumsal gerçekçiliği birleştirip farklı bir biçimde resimler yapmaya çaba göstermiştim. Ülkemizde ki politik kavgaları, öğrenci olaylarını fotogerçekçi yöntemle ortaya çıkartıyordum. Bu dönemlerden başlayarak 80’li yıllara geldiğimiz zaman zaten 12 Eylül olmuş insanlar hapislere tıkılmıştı, işkenceler almış başını gitmiş ve dolayısıyla biraz korkaklık, biraz içine sinme, herkesin uzaklara gitmesi, insanlarda psikolojik travmalar yaratmıştı. O aşamada işte insan kendiliğinden sanatın özü olan plastik öğelerin araştırmasına, bunların iyice kavranmasına, bu konuda örnekler verilmesine doğru yönleniyor. Bende işte bunları yaptım. Her resimde bir kere kavram vardır, her resimde plastik öğeler vardır, her sanat eserinde kimi zaman birisi öne çıkar kimisi arkada kalır ya da tam tersi olur, böyle devam eder. O yüzden işte benim bu düşünce tarzım aslında değişmedi. Beni iyi takip ettiğiniz zaman varyasyon resmi, çeşitleme resmi yapmadığımı fark edersiniz. Bakıyorsunuz sanatçı akademide öğrenci, ne yapıyorsa halen onun en iyisini yapıyor doğal olarak. Birincisi eli kuvvetlidir o yüzden ressam olmuştur, ikincisi bir şeyi yapa yapa o konuda ustalaşmıştır. Aynı şeyin açığı, koyusu, ortası, vs. Onları eleştirmek adına söylemiyorum, sadece değerlendirmek açısından söylüyorum. Ben de o hiçbir zaman olmadı. Ben bu tür anlayıştan hep sıkıldım yani hiçbir zaman varyasyon resmi yapmadım ama benim sahip olduğum biçimler vardı. Onları ben kendi kendim yarattım. Çok mutluyum doğrusu ve onlar benim bir çeşit oyuncularım, o oyuncularla beraber bugüne kadar geliyorum. Birbirini takip eden işler yapıyorum, değiştiriyorum renksiz oluyorum, renkli oluyorum. Aynen insanın dünyası gibi kimi zaman karamsar oluyorsunuz griler, siyahlar; kimi zaman renk oluyor yani değişkenlik gösteriyor kimi zamanda, ara tonlarda oluşan resimler oluyor. Bunlar benim dünyamı besliyorlar.

D.M.: Sadece plastik anlamda değil, kavram bağlamında da soyut düşünüyorum diyorsunuz. Sanatın kimi yaklaşımlarında, kavramsal sanat ile pentür farklı kategoriler olarak ayrıştırılır. Soyut düşünen bir sanatçı olarak, söz konusu yaklaşıma katılır mısınız?

Y.T.: Ben aslında, geçen yüzyılın büyük ustası Picasso’nun bir lafı vardır: Her zaman unutmadan söylemek isterim onu, öğrencilerime de her zaman aktarırım, benim için önemli bir sözdür. Birtakım insanlardan söz alarak ilerlemek benim pek hoşuma gitmez. Çünkü bu bir anlamda tapınma ya da buyurgan üslupla ilerlemek gibi algılanabiliyor. Picasso diyor ki, soyut ya da somut resim diye bir ayrım yoktur, zaten sanatın özü soyuttur. Bence bu çok önemli bir saptamadır. Sen mekanı soyut olarak tasarlamazsan eğer öyle hayal etmezsen başarısız olursun. Ancak onu soyut olarak gördüğünüz zaman resimdeki biçimleri, renkleri hep soyut olarak tasarladığın zaman resmin özünü görebilirsin, demek istiyor. Bu çok hoşuma giden bir tanımlamadır. Ben kendi kendime bir şeyler yapıyorum. Benim kendi kendime yaptığım şeylere yaşadığım şehir, yani İstanbul yansıyor. İstanbul kültür varlıklarının tümünü biliyorum, kitapları takip ediyorum, dünya sanatını takip ediyorum, ne olup bitiyor diye. Yalnız sanat düşüncesinde bir şeyin takip edilmesinden, bir şeyin izinden gidilmesinden çok rahatsız olmak gerekiyor. Doğrusu bende bundan çekinirim; yani birine benziyor, şunu çağrıştırıyor denmesinden alabildiğine rahatsız olurum. Bir sanatın, sanatçının kökleri olması gerekir. Köksüz sanat olamaz. Ben şunları yapıyorum, dediğim zaman benim köklerimin o yapıtta bulunması gerekir. Ben de bulurum ama birini taklit etmek, birine göre resim yapıyor olmak, birine göre sanat yapıyor olmak, benim için en kötü en olumsuz şeydir. Ondan uzaklaşmaya çaba gösteriyoruz. Elimden geldiğince uzak durmaya çalışıyorum. Özgün olmak gerekiyor, ne kadar özgün olabilirseniz o kadar varsınız. Zaten belirgin sanat biçimlerinden kaçıp bugüne gelişiminde gerekçesi bu, bir şeye sıkı sıkıya bağlı kalmak bir şeyin bayraktarlığını yapmak istemiyorum. Ben de olan, kötü de olsa, Yusuf Taktak’ın içindeki resmi yapmak istiyorum. Başarılı olsam da olur, olmazsam da olmam, bu kadar basit. Hiç bu konuda zorlamaya gerek yok bence… Yani o kadar rahat olmak istiyorum, çocuk duyarlılığı ile resmetmek istiyorum. Tuval yaptığım için de çok mutluyum çünkü tuvalde bir şeyler yaratıyorum. Adeta çamur gibi fonlar buluyorum, formlar yaratıyorum. Bundan hoşlanıyorum. Son dönem yaptığım resimlerde kullandığım yatay ve dikey çizgiler elbette dünya sanatında da var ama bu çizgileri buldum diye inanır mısınız çok sevinçliyim. Bundan bir şey çıkacak, çok eminim. Benim resimlerimde kullandığım dikili taşlar, benim diyorum çünkü onları benimsedim ben, Sultanahmet Meydanı’na çok gittim. Dikilitaşların tarihini, nişan taşlarını araştırdım. Kendi resmimin içinde eritmeye çalıştım. Bisiklet de keza onun gibi bir şey. Üçgenden dikilitaşa gidişte öyle oldu. Çadır üçgene ve dikilitaşa doğru vardı. Doğu Ergin’in güzel bir tanımlaması var, benim resimlerimi gördükten sonra bunlar dikilitaş değil, uygarlık taşlardır, hocam dedi. Zaten dikilitaşlarda uygarlıkların simgesi değil mi? Her uygarlık kendine özgü bir takım taşlar dikiyor. Ben de işte zaman diliminde İstanbul’da sanatsal yaşamını sürdüren bir kişi olarak kendime ait dikilitaşlar oluşturmaya çalışıyorum, bir şeyler yazmaya, çizmeye çalışıyorum.

İsimsiz, 2015, tuval üzerine akrilik, 89x116cm

H.Ö.: Siz resimlerinizde bisiklet, dikilitaş, üçgen gibi bir takım simgeler kullanıyorsunuz, bunların birbiriyle bir ilişkisi var mı?

Y.T.: Olmaz mı? Çok var. O yüzden birbirini takip eden biçimde geldiler. Doğrusu çok mutluyum. Mesela ben akademideki öğrencilik yıllarında o delikanlılığın verdiği heyecanla elbette motosikleti sevecektim. O yıllarda hep hayalim, motosikletime sevgilimi alıp bir yerlere gitmekti. Neden sonra ağır ağır Türkiye’de yaşadığımın farkına varmaya başladım, ayaklarım yere bastı. Motosikleti terk edip, bisiklete dönmem aslında ayaklarımın yere basması Türkiye’de yaşadığımın ayrımına varmamla gerçekleşti. Sonra çocukluğumdan beri sahip olamadığım bisikleti hem nostaljik bir form olarak hem de insanın yaşamını simgeleyen bir form olarak resimlerimde kullanmaya başladım. Hayatta daha önce de sözünü ettiğim gibi hep ileri gitmek zorundasınız. İnsan yaşamı gibi bisikletle giderken de geri vites geri dönüş yok. Hep ileri gidiyorsunuz ve takatiniz yettiği sürece de gideceksiniz. Bisiklet aynı zamanda hareketi simgeliyor. Bunun yanında bisikletin formunda üç tane üçgen var. Çadırda üçgen formundadır. Bunu ilk fark ettiğim zaman çok heyecanlandım. Sonra bisiklet ile resimde simgesel olarak hareketi vurgulamak istiyordum. Aynı zamanda çadırdan çağrışım ile kullandığım üçgende hep yukarı doğru bir hareket etkisi vardır.

H.Ö.: Aslında obeliskte de yukarı doğru bir hareket var. Bununla ilişkilendirebilir miyiz?

Y.T.: Evet. Üçgende oradan kaynaklı, obeliskte… Sultanahmet Meydanındaki boşluğu çok seviyorum. Ondan sonra orada boşluktan fırlayan bir formdur dikilitaş formu, obelisk üzerindeki hiyeroglifler çok önemlidir. Ben işlerimde kendi yazılarımı yazmaya başladım. Zaten yazı kullanıyordum, yazı karakterini kullanıyordum. O bakımdan da dikilitaşlar benim sanatımı çok etkilemiştir.

H.Ö.: Bisikletin, obeliskin, üçgen formunun sizde çağrıştırdığı anlamlar var. Bunun üzerine kurguluyorsunuz resimlerinizi veya diğer işlerinizi. Peki bunu izleyenler ne şekilde algılıyor ya da alımlıyor ve size bununla ilgili geri dönüşler oldu mu? Özetle, yapıtlarınızın üretim sürecinde düşünmediğiniz ama izleyicilerin sizinle paylaştığı farklı çağrışımlar, fikirler oldu mu?

Y.T.: Olmuştur. Genellikle, biraz faydacı bir yöntemle karşılaşıyoruz. Yani gelen eleştiriler sözüm meclisten dışarı ama dinlemiyor, üç aşağı beş yukarı benzer şeyler söyleniyor, yine aynı şeyler naklediliyor. Tek tük bazı yerlerden yorumlar oldu yani bir yerlere dayandırmak, psikolojik boyutlarıyla araştırmak gibi. Mesela yıllar önce Yapıkredi Kültür Merkezi’ndeki bir sergime İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden bir hoca gelmişti. Benim sergilenen üç pembe bisikletimi, oldukça cinsi meselelerle yorumladı. Öyle dönüşü olmuştu. Buna benzer dönüşler hep oldu. Öyle düşünmediğim halde, hayal etmediğim halde, içten içe tasarlanan bir şeydir, diye kendi görüşlerini açıkladı ve kanıtlamaya çalıştılar. Bununla ilgili yazılar yazıldı.

D.M.: Çalışmalarınızda bir hikaye anlatmamanıza rağmen, kavram üzerinde şekillenen anlatı, izleyeni farklı düşüncelere yöneltmeye davet eder nitelikte. Çalışmalarınızın bu yanından biraz bahseder misiniz?

Y.T.: Bence sanatçı işini atölyesinde yapar, ondan sonra getirir galeriye koyar ve o dakika iş bitmiştir. Sanatçının yapıtları sergi alanına bıraktıktan sonra konuşma hakkı yoktur. O sanat eseri halkın oluyor artık, toplumun oluyor. O toplum ne isterse, o hayali kurabilir. Zaten soyut sanatın özünde de bu vardır. Yoruma açıktır. Adeta bulutlara bakıyoruz. Tıpkı çocukken yaptığımız gibi bulutlara bakıp figürler bulmaya çalışırsınız ya, onun gibi. Bir yapıtı sanatçı galeriye, müzeye ya da bir koleksiyoner evine, vs. astığı ya da yerleştirdiği anda söz hakkı bitmiştir. O eseri değerlendirme, o eser hakkında yorumda bulunma sırası ona bakan kişilerdedir. İllaki şöyle düşüneceksiniz, böyle yorumlayacaksınız diye bir yönlendirmede olamaz. Olumlu bakmak gerekiyor, son derece güzel bir şey bence bir eserin farklı farklı yorumlanması. Çünkü insanlar kendilerini kendi yaşamlarını bulması gerekir resimde. Resmin özelliği buradadır. Gerçekçi resimler farklı ama siz hep işçi resmi yaparsınız, gelir herkes onu işçi olarak görür. Resim olarak bakmaz oraya. Gül yaparsınız gül olarak görür. Kırmızıgül yaparsanız sevgilisini düşünür, en fazla o kadar düşünür, dostunu düşünür. Oysa soyut resimler de, kavramsal resimlerde bundan daha fazlası vardır. İzleyiciyi düşünmeye sevk ediyor, hayaller kurmasına neden oluyor. O bakımdan da ben soyut resmi çok benimsedim. İzleyiciyi çerçevelenmiş bir hapishane ilişkisine sürüklemek istemedim.

H.Ö.: Resimlerinizde de mekansal ilişkiyi önemsiyor musunuz?

Y.T.: Mekanı çok sevdiğim için hep bilinen bir özelliğimdir. Ben çok sergi yaptım. Resim heykel Müzesi’nde, çeşitli galerilerde birçok arkadaşımın sergisini ben yaptım. Önemli Türk Resim Heykel Sergileri, Öncü Türk Sanatı Sergilerini düzenleyen, Günümüz Sanatçıları saygılı düzenleyen birisin yani toparladım zaman yaptığın gerçekten çok selamı var kendi sahiplerinin dışında buda demek oluyor ki sen mekanı çok seviyorum mekan algılamam gerçekten çok iyi mekanlar yaşıyorum işte bu özellik var ben de seni çok öpüyorum çok algılıyorum soyut yaptığım için yani bitmemiş olan resmi yani bir aydır bakıyorum belki de yine sürekli değişime uğruyor kamera komiserim görebilirdiniz karşıdaki gri resimde mekanı görüyorum yani farklı mekanlar görüyorum mekan benim için vazgeçilmez bir duygu aslında.

D.M.: Dikilitaşlar bisikletler şehrin önemini de ortaya çıkarıyor. Bu bağlamda düşündüğümüzde Bodrum serginizin Bodrum kenti temelindeki özelliği nelerdir?

Y.T.: Bodrum’un sanat dünyası için de sanat izleyicisi için de çok ciddiye alındığını düşünmüyorum. Bu dinlenmeler arasında insanlar galeri gezmesi yapıyorlar. Görebildiğim kadarıyla bu minvalde, Bodrum’da durum. Bu serginin Bodrum’a bu anlamda gönderimde bulunmasını düşünmedim, yaşamadım ben orada çünkü. Bodrum’u bir dış gözlemci olarak bilebilirim. Ara sıra gittiğim hoş bir yer benim için. İstanbul dışında sergi açmak, benim için bir sergiyi bir yere taşımak, bu tür sergilere o bağlamda bakıyorum ben. Bir düşünce yapısının başka bir kentin ışığında, oranın insanının gözünde nasıl algılanacağını görmek önem kazanıyor benim için. Örneğin yine bu şekilde doğduğum yere gittim. Afyon da doğdum ben. Doğduğum yer olmasına rağmen o şehre bir göndermesi olmadı işlerimin. Sadece çocukluğum orada geçtiği için, hayallerimdeki bisiklete sahip olamadığım için bir etkisi vardır, belki ama düşünce yapısını yine İstanbul’da oluşturdum. Benim için ürettiklerim İstanbul resimleridir. Resimlerim diğer şehirleri sadece ziyaret ediyorlar, farklı yerlerde sergi açtığım zaman. Bugüne kadar hep böyle oldu, o şehre dair bir gönderimde bulunmadı işlerim. Bodruma ait bir şeyler yapabilirdim belki, orada derin bir uygarlık olmuş, onları özümseyen, değerlendiren işler silsilesi olabilirdi tabi.

H.Ö.: Resimlerinizde izi olmasa bile sergi açmayı düşündüğünüz şehirler, üretim sürecinizdeki motivasyonu etkiliyor mu?

Y.T.: Kuşkusuz etkiler. Mine Hanım ile Bodrum’daki sergi için konuştuktan sonra telaş başladı. Ne yaparım nasıl yaparım diye. Sergime gelen insanlara saygı bağlamında hazırlık yaparım hep. Sorumluluk duyuyorsanız stres zaten vardır. Buna rağmen ben hep son dakikacıyımdır ve bu konuda da çok başarılıyımdır. Bodrumdaki sergiye bilinen resimlerimi koyacağım. Birkaç tane yeni işimde var. Bu sergi sayesinde sanatseverler yeni işlerimle tanışacaklar. Bu yeni resimlerimi de ilk defa galeri ortamında göreceğim, o bakımdan da önem taşıyor bu sergi benim için.

D.M.: Bodrum’un insanların zihninde oluşturduğu sayfiye yeri izlenimin yanında, yaz mevsiminin sanatsal etkinliklere ara verilen bir dönem olduğu üzerine genel algı sanatsever ve sanatçı için çoğu zaman geçerlidir. Yaz döneminin sanatsal üretim bakımından sizdeki yeri nedir?

Y.T.: Bu konuda çok ilginç bir anekdot aktarmak isterim. Akademide olduğum dönemlerde, çok önemli isimler mesela Cevat Dereli gibi ustaların atölyeleri yoktu. Üretimlerini evlerinin bir odasında ya da çok kısıtlı imkanları olanlar odanın bir bölümünde sürdürüyorlardı. Bu nedenle akademi hocaları dört gözle beklerdi yaz gelsin, öğrenciler atölyeleri terk etsin ve onlara atölyede kullanım alanı açılsın diye. Herkes tatile gittiğinde onlar asıl üretimlerini yazın yaparlardı. Bildiğimiz tüm eserleri yaz işleri aslında. Ve kışın da onları sergilerlerdi.

D.M.: Sizce şimdi böyle bir kesinti oluyor mu?

Y.T.: Ressamın avantajı diğer sanatçılara göre sinemacı diğer olanaklara muhtaçtır, mimar bir talep varsa üretim yapar, ama ressam en kısıtlı yerde bile kağıdı kalemi çıkarıp resim yapabilir. Benim her gün programım bellidir. Sabah dokuzda gelip şu koltuğa otururum ve mesaim başlar. Bazen gecenin yarısına kadar sürer. Sanatçılar atölye sahibi olmaya bizlerin döneminde başladılar. Atölye sahibi olmak çok önemlidir aslında. O fildişi kule de kendi başına kalıyorsun. Ona kapandığın zaman sanat eseri daha çok çıkıyor.

H.Ö.: Yazmaya ve küratöryel anlamda üretmeye nasıl başladınız?

Y.T.: Öğrenciliğimde Adnan Çoker sergilerinde asistanlık yapardım. Sonra müzede Sabri Berkel’e yardımcı oldum. Sergi ve müze düzenlemelerinde bulunmak hoşuma giderdi. Kendimi hep böyle faaliyetlerin içinde buldum. O heyecanla, o dönemde Milliyet Gazetesi’nde yazılar yazmaya başladım. Yazıya karşı ilgim benim lise yıllarında başladı, edebiyat kulübü başkanıydım. Öteden beri yazı yazmayı, şiir yazmayı istiyordum aslında. Resim ağır bastı ama hala zaman buldukça yazıyorum. Bir ressamın yazabildiği kadar yazmak istiyorum. Sanat basittir aslında, o kadar çetrefilli değildir. Sanat ile ilgili bazı yazıların dipnotlarını, referanslarını da eleştiriyorum aslında, ya ben ne yapmışım diyorsunuz, uzaklaşıyor yaptığınız iş sizden. Ben sanatın sade arık olanını tercih ediyorum, yapıtlarım da o şekilde göndermesiz, çocuksu, saf ve arık. Sanatında böyle olduğunu düşünüyorum. Yapıtlarımı da böyle ortaya koyuyorum. Ben kendi dilimin döndüğü şekilde yazıyorum. Anılarımı yazmaya başladım. Yazdıkça iyi şeyler çıkıyor. Edindiklerimi paylaşmak istiyorum, o yana da ihtiyaç var. Bir ara eleştiride yazdım, farklı isimler kullanarak. İlki hayat mecmuasındaydı. Cahil cesaretiyle yazdığım ilk yazı dizimin başlığı “Osmanlı İmparatorluğu Son Dönem Ressamları” idi. O yazıları hala sanat tarihçileri dipnot olarak kullandıkları referans aldıkları bir yazı dizisidir. O dönemlere ait başka kaynak yoktur, çünkü.

H.Ö.: Arşivciliği de önemsiyorsunuz.

Y.T.: Arşiv de yaşamımla koşut gitti. Arşiv yapmak öğrencilik yıllarımda başlayan ve hiçbir şeyi atamamamdan kaynaklanan bir alışkanlığın sonucudur. Hatta üzerinde çok şakalar yapılırdı, bir şeyi atacaksan Yusuf’a ver, o saklasın, derlerdi. Sanatla ilgili her şeyi topluyordum, onlar şimdi çok değerli oldu. Salt, Vasıf Kortun’un değerli desteğiyle bu arşivi önemsedi, bugün üzerinde hala çalışıyorlar. Arşiv meselesini Vasıf’ın önemsemesi kutlanması gereken bir çabadır. Yaptığım sergiler var, ‘Öncü Sanat Sergileri’ bunlardan bir tanesi, ‘Günümüz Sanatçıları’ sergisini de ortaya çıkaran benim. Bunu başta söyleyemiyordum ben yaptım, diye ama artık söylüyorum. O sergileri ben başlattım. Devrim Erbil’i, bir müze açık alan sergisi düzenlemez, diye uyarmış olmasam bu projeler gerçekleşmezdi. O dönemde, bir yağmur yağdı gece yarısı müzenin arka bahçesindeki eserler sular altında kaldı. Bu sergi ödüllü olsun fikrini de ben getirmiştim. Önceden d evlet sergisi mantığında gerçekleştiriliyordu. Binlerce sanatçı katılırdı sonra bu sayı on beş kişiye düştü. Mine Sanat Galerisi’nde de düzenlediğim, küratöryel anlamda katkım olan sergilerimde var. Birçok sergiye de isim babası oldum.

Asmalımescit, 3 Ağustos 2015

Çizgi İnsan Aklının Soyutlamasıdır

Röportaj: Dolunay May

Sanata olan ilginizin edebiyat ile başlayıp lise çağında resim alanında yoğunlaşarak Akademiye girişinizle birlikte bugün tanıdığımız ressam Devrim Erbil meydana getirdiğini biliyoruz. Edebiyatçı yanınızın resimlerinize olan etkilerinden bahseder misiniz?
Öncelikle edebiyata olan eğilimim, sanatıma yansımasından öte bir kişiliğin gelişim hikayesidir. Bilindiği gibi 5-6 yaşlar insanın kimliğinin oluşmaya başladığı dönemlerdir. Bu yaşlardan sonra ekleyeceğiniz her özellik bu kişiliğin üzerine diktiğiniz bir yamadır. Okula başlayıp, okuma-yazmayı öğrenmeye başladığım dönemde, içimdeki bir takım duyarlıklar ön plana çıkmaya başladı, şiir kitaplarına, öykü kitaplarına karşı fazlasıyla ilgi duymaya başladım. Edebiyatla ilk tanıştığım bu dönem, sözcüklerin yan yana kurulduğu, insanın iç dünyasını açımladığını hissettiği bir dünya ile karşılaşma anıdır. Tabi bu günümüz çocuğunun yaşamayacağı bir deneyimdir ki bunu olumsuz anlamda söylemiyorum. Televizyon başta olmak üzere günümüzün diğer iletişim araçları özellikle görsel sanatlara etkisi bakımından, çocuklara dolaysız görsel bir dünyanın olanaklarını sunmaktadır. Bu anlamda günümüz çocuğu sanatın her alanındaki kaynaklara ulaşabilmekte, dünyanın bir ucundaki sergileri, müzeleri evinden , oralara gitmek zorunda kalmadan takip edebilmektedir. Bu teknolojik imkanların yanında, günümüz aileleri çocukları ile birlikte sanat olaylarını takip edebilmekte, sergileri, sanat fuarlarını hep birlikte gezebilmektedir. Kısaca günümüzde bir çocuğunun kimliğinin oluşmasında, kendi iç dünyasını keşfetmesi konusunda eskiye göre büyük avantajlara sahip. Bu avantajlar aynı zamanda çocuğun hayal gücünü genişletmesinde büyük olanaklar sağlarken, yaratıcılığın da itici gücünün oluşturmaktadır. Benim çocukluğum yani bundan 70 yıl öncesinden bahsedersek, imkanların çok kısıtlı olduğu, var olan her şeyi yeniden keşfettiğiniz bir dönemi anmış oluruz. Bırakın çocuklar için olan yayınları, yetişkinler için bile kaynakların çok yetersiz olduğu bir dönemdir. Akademide hocam olan Bedri Rahmi (Eyüboğlu) ile bir sohbetimizde “Ben Akademiden mezun olana dek sadece iki tane renkli resim görebildim, biri Van Gogh’un Postallar’ı diğeri ise Gauguin’in bir resmiydi” demişti. Bu söz, o dönemlerde, özellikle sanat alanında kaynakların ne kadar kısıtlı olduğunu çok iyi örnekler. Bu nedenlerle benim çocukluğum görsel sanatlarla temasın çok zor hatta imkansız olduğu bir dönemde geçti. Çocukluk dönemimde, görsel sanatlarla ilgili hatırladığım tek nokta çok güzel haritalar çizdiğimdir. Görsel sanatlara karşı bir yeteneğimin olduğunu keşfedebileceğim bir ortam mevcut değildi. Belki de bu konuda bir duyarlığa sahip olduğumu hissedebileceğim tek alan, dikiş-nakış hocalığı yapan annemin kumaşlara işlediği motiflere, yazılara gösterdiğim ilgidir.

İstanbul, Ayasofya – Sarı, 2014, tuval üzerine karışık teknik, 90x180cm

Kitap okuyabilmeye başladığım anda, kelimelerin o gizemli, büyülü dünyası beni kendisine çekti. Bir süre sonra şiirler, öyküler yazmaya, kompozisyon yarışmalarına katılmaya, bu alanda ödüller kazanmaya başladım. Örneğin benim için önemli bir anı olarak, ilkokul son sınıfta, coğrafya hocamız bizden İtalya’yı anlatmamızı istemişti. Ben İtalya hakkında araştırma yapıp, bilgiler topladıktan sonra İtalya’yı bir hikaye şeklinde yazmıştım. O dönemler arkadaşlarımı etrafıma toplar, onlara hayali öyküler anlatırdım, onlar da ilgiyle dinlerdi. Hayal gücümdeki gelişimi, o dönemdeki hikaye seven, şiir seven yanıma borçluyum. Ortaokul döneminde, branş dersleri hocalarıyla tanışmam bu konuda daha önemli kırılmalar yarattı. Bu hocaların en önemlilerinden biri, resimlerini hayranlıkla da izlediğim Sırrı Özbay’dır. Beni ilk keşfeden, sanatıma ilk yön veren bu hocalar, özellikle de Sırrı Özbay’dır. Kendisi çok az bilinse de Sırrı Özbay’ın Türk resim tarihi içinde çok önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Sırrı Özbay, Adnan Turani’nin de çok yakından tanıdığı bir sanatçıdır. İkisi aynı okulda resim öğretmenliği yapmıştır. Adnan Turani, Türk Resim tarihi ile ilgili kaleme aldığı bir kitabı ile ilgili benimle görüştüğünde kitabına mutlaka Sırrı Özbay’ın eserlerine de yer vereceğini, fütürizmi ülkemizde ilk uygulayan sanatçı olarak Sırrı Özbay’a değinilmeden Türk Resim Tarihinden bahsetmenin eksik kalacağını aktarmıştır. Sırrı Özbay’ın okul yıllarımda bana olan tavsiyelerinin yanında, tanıştığım ilk sanatçı kimliği olarak benim sanatımda önemli etkiye sahiptir. Sırrı Özbay ilginç bir kişiydi. Naif, içe kapanık, genelde hüzünlü, yalnız bir kişiydi. Sonraları öğrendiğim kadarıyla geçmişinde yaşadığı hüzünlü bir aşk hikayesi nedeniyle bu hali almıştı. Sırrı Özbay’ı anınca bahsetmeden geçemeyeceğim bir hikayede, hep cebinde taşıdığı bir gazete kupürüdür. İsmail Hakkı Baltacıoğlu o dönemin en önemli sanat yazarlarından biriydi. Sırrı Özbay’ın cebinde taşıdığı bu gazete kupürünün başlığı şu şekildeydi “Talihi gür ressam Bedri Rahmi, talihi kör ressam Sırrı Özbay”. Bedri Rahmi de bahsettiğim gibi çok yakından tanıma fırsatını yakaladığım bir sanatçıdır, benim hocamdır, Akademide 20 yıla yakın öğrencilik ve asistanlık dönemlerim dahil olmak üzere birlikte geçmiştir.
Benim Akademideki öğrencilik yıllarımda Türkiye’de sanat eğitimi veren iki kurum vardı, biri şimdiki adıyla Mimar Sinan (Güzel Sanatlar Üniversitesi), diğeri ise Gazi Eğitim (Enstitüsü)dir. Anadolu’da yaşayan, sanata eğilim olan öğrenciler Gazi Eğitim’e, İstanbul’da yaşayan veya Anadolu’da yaşayıp varlıklı ailelerden gelen çocuklar Akademi’ye giderlerdi. Benim lisede iyice belirginleşen sanata olan düşkünlüğüm ve bir diğer önemli resim öğretmenim İrfan Yılmaz’ın bana olan ilgisi sayesinde lisede sergiler açmaya başladım. Bunların en önemlisi, 60 yıllık sanat hayatımın başlangıcı olarak saydığım Sırrı Özbay’ın desteği ile lise son sınıfta açtığım sergidir. İsimlerini saydığım öğretmenlerimin etkili yönlendirmeleriyle, diploma notumla birçok önemli kuruma girebilecekken Akademiye kayıt oldum. Lisede şanslı olarak aldığım, mantık, sanat tarihi, felsefe dersleri Akademi’deki eğitimimde ve devamındaki Akademik kariyerimde önemli avantajlar sağlamıştır.
Sorunuzun biraz dışına da çıktım ama sorunuzla ilişkili olarak söylemeliyim ki, okul çağlarımda sadece benim yaşadığım çevrede değil her yerde edebiyat şimdikinden yaygındı ve oldukça ilgi görüyordu. Örneğin birçok şair, ozan, yazar ülkenin farklı şehirlerini dolaşır, edebiyat matineleri yaparlardı. Ben Bedri Rahmi (Eyüboğlu)’yi Akademi’den önce bu edebiyat matinelerinde tanıdım. Aynı dönemin edebiyat dergileri halk arasında çok popülerdi. Hatırlarım trenin istasyona gelme saatini takip eder, bu trenle gelecek edebiyat dergilerinin, gazetecilere geleceği saati heyecanla beklerdik. Kısaca o dönem sanatı tırnaklarınızla, söke söke takip ediyor, ulaşmaya çalışıyordunuz. Arkadaşlarla edebiyat konuşur, Kafka’yı tartışırdık. O dönem okuduğum Balıkesir Lisesi, çok iyi eğitim veren, hocaları Avrupa’da eğitim almış, önemli bir liseydi. Bu nedenle o dönem bu okulda eğitim alan önemli, değerli ve şanslı bir kuşak yetişti.
Resimlerim bir hikayeyi barındırsa da, resimlerime, özellikle İstanbul resimlerime bu anlamda kattığım asıl etki şiirdir. Bu konu daha önce de “Devrim Erbil, Resmin Şairi” isimli belgesele de konu olmuştur. O belgeselde de söylediğim gibi her zaman içimde şiir yazma isteği olmuştur. Ama resim beni öyle bir alıp kendine çekmiştir ki, bir sanattan öte bir dünyayı anlama, kavrama meselesine dönüşmüştür.

IMG_7781

Devrim Erbil ve Dolunay May

Çocukluk dönemlerinizden günümüze ulaşan resimleri incelediğimizde, günümüzde ürettiğiniz resimlerle özellikle çizginin kullanımı bağlamında derin paralellikler taşıdığına şahit oluyoruz. Bu anlamda çizginin sizin sanatınızdaki kavramsal ve plastik öneminden bahseder misiniz?
Görsel sanatlarla ilgili ilk uğraşım renkli çini mürekkepleriyle çizdiğim desenlerdir, tıpkı primitif insanın sanata yönelik ilk uğraşı olarak bakabileceğimiz, bir kayaya, daha sert bir kayayla bıraktığı izlerdir. Bu izler bir çizgi, tıpkı bizlerin kalemle, fırçayla yaptığımız gibi bir enerjinin aktarımıdır aynı zamanda. Çizgiyle bir çırpıda bir dünya yaratabilirsiniz, bu anlamda çizginin inanılmaz bir gücü vardır. Çizgi ilerleyen dönemde, örneğin Rönesans’ta ikinci planda kalarak, yerini renge bırakırken, sadece eskizlerde kalmışken, özellikle 20.yy. da önemi tekrar keşfedilerek, dönemin sanatçıları tarafından önemsenen bir şekilde yine kullanılmaya başlanmıştır. Çizgi yine farklı kültürler için bambaşka anlamlar ifade etmektedir, örneğin Çin Sanatı’nda, yazı ile bağlantılı olarak Hat Sanatı’nda, minyatürde çizginin önemini görmezden gelemezsiniz. Sanatın farklı dönemlerinde, fiziksel yapı elemanları olarak ele alabileceğimiz bazı unsurlar öne çıkmıştır. Gerçeği yakalamanın önemli olduğu bir dönemde, doğada olmayan çizgi yerine resmin başka unsurları öne çıkmıştır. Çizgi insan aklının bir soyutlamasıdır. Rengin öne çıktığı bir dönemde çizgi yalnızca desende hayat bulabilmiştir. Teknik anlamda desen, renk kullanılmadan yapılan resim, kısaca aynı cinsten olanların bir araya getirildiği, farklı olanların dışlandığı bir yaklaşımdır. Teknik olarak baktığımızda çizgi de renk gibi , ışık gibi resmin fiziksel, temel yapı elemanıdır. Ben çizginin önemini çok erken dönemlerde, sezgisel bir güçle yakaladım. Tüm sanat hayatım boyunca, erken yakaladığım bu üslubun avantajını yaşadım. Bu anlamda insanın fiziksel özelliklerini belirleyen genetik kodlarında olduğu gibi kültürel eğilimlerin de, genetik kodlarda saklı olarak nesilden nesile aktarıldığına inanıyorum. Bahsettiğim kültürel genler, Anadolu’da yaşamış birkaç kuşak değil, bu topraklarda binlerce yıl boyunca yaşamış onlarca farklı kültürün bizlere aktarımıdır. Nasıl farklı fiziksel genlerin birleşimlerden güzel görünümlü bireyler meydana gelirse, farklı kültürlerin çatışmasından, buluşmasından uygarlığın seçkin kültürlerinin oluşmasına olanak doğmuştur. Bu anlamda Anadolu’da yaşayan, bu topraklarda doğmuş bir insan olarak kendimi şanslı hissediyor, bu kültürlerin mirasçısı olarak mutlu oluyorum. Ayrıca çizgiye, yazı yazmak anlamında da düşkünüm ve yazının güzel şekilde ortaya konmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrencilik yıllarımdaki defterlerim son derece özenli, daktilo yazısını aratmayacak titizliktedir. Derste öğretmenlerimin anlattıklarını not alır bu notları daha sonra defterlerime özenli bir şekilde aktarırdım, yine klasik kitapları okur defterlerime notlar alırdım. Okuma yazmayı öğrenmemle başlayan süreçte yazılarda başlayan çizgi daha sonra renkli çini mürekkepleri kurulmuş yeni dünyalara en nihayetinde de resimlerime dönüşmüştür. Sezilerimle kurduğum bu dünyanın kökeninde yine bahsettiğim kültürel kodlar olduğunu düşünüyorum, belki bununla ilgili bilimsel çalışmalar yakın gelecekte daha etkin hale gelecek, kültürel genlerin insan hayatındaki yerine yönelik bilimsel kanıtlara ulaşılacaktır.

Kübizmle birlikte, bugün alışık olduğumuz resimsel bakışa evirilen , doğanın, nesnelerin insan gözünün gördüğü şekliyle değil de, birden fazla açıdan oluşan görünün resim yüzeyinde yeniden inşa edilmesine yönelik plastik yaklaşımın temeli Cezanne’ın resmi tuvale aktarma sürecinde sürekli yer değiştirerek, resmedeceği konuyu farklı açılardan görmeye çalışan bir yöntemdir. Sizin resimlerinizde de belirgin şekilde gözlenebilen çok boyutlu yapısal yöntemin temeli, çocukluğunuzda boynunuzda yaşadığınız ciddi problemin, o ,farklı açılardan bakabilmeyi kısıtlayan günlerde kavranmaya başladığını söyleyebilir miyiz?
Altı yaşımdayken boynumda yaşadığım ciddi bir problem nedeniyle ameliyat geçirdim. Milyonda bir rastlanan bir rahatsızlık olarak boyun sinirlerindeki bir sorun nedeniyle boynumu, dolayısıyla başımı çeviremiyor, ancak tüm vücudumu kullanarak bakış yönümü değiştirebiliyordum. O dönemin kısıtlı teknolojilerine rağmen başarılı bir ameliyatla bu hastalıktan kurutuldum. Ama bu sorun nedeniyle ve ameliyat süresince, sonrasında çok acılar yaşadım. Bu sorun nedeniyle yaşadıklarımın bana, sanatımda farklı alanlarda, kişilik özellikleri olarak etki edeceğini, içe kapanık, dış dünyadan uzak, hüzünlü bir kişi haline getireceğini düşünmüşümdür. Bu sorunun resimlerime yansımalarını benim gözlemlemem imkansız, bunu benim dışımda, belki bilimsel olarak inceleyecek bir uzman söyleyebilir. Ama yaşadığım bu sorunun beni sanata sevk ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim.

Çok üretken de bir sanatçısınız.
Ben Akademideyken, asistanlık sınavları üç ay sürerdi, kalabalık bir aday gurubu olur, bu üç ay boyunca her elemede birileri elenir, sayı gittikçe azalırdı. Akademi çok önemli bir kurumdu, bir sanatçının sanatçı olarak hayatına devam edebilmesi için Akademide, Akademik bir kariyere devam etmesi şarttı. Ben Akademide üç hocaya asistanlık yaptım, Bedri Rahmi, Cevat Tollu ve Cevat Dereli. Bu hocaların derslerine yardımcı olurdum, üç atölye ve galeri ile ilgilenirdim. Tüm konferanslara hocalarım beni yollarlardı, konferansları ben verir olmuştum. Unesco Milli Komisyonu dahilinde her hafta yurdun çeşitli şehirlerine konferanslara, araştırmalara gidiyordum. Bu çalışmalar kapsamında sadece görsel sanatlarda değil, bale, opera gibi diğer sanat alanlarından ortak çalışmalar yapılıyor, tüm bu çalışmaların hepsinde görevlendiriliyordum. Bu alanlarda Akademiyi temsil eden hep ben oluyordum. Benim de yoğun girişimlerimle üç ayda bir yayınlanan Akademi sanat dergisini çıkarıyorduk, bu beklide Akademinin yaptığı en önemli şeylerdendir. Bu dergi için yoğun uğraşlar verdim. Bir yandan da sanatımı yapıyordum. Sanatım dışında yapmak zorunda olduğum işleri yapıp, bir yandan da sanatımı icra edebilmek için günde 3-4 saatim yollarda geçiyor, geceleri gelip sabahlara kadar resimlerimi yapıyordum. Tüm bunların yanında aile hayatım, bakmak zorunda olduğum insanlar, evliliklerim, fırtınalı özel hayatım… Bunların yanında biliyorsunuz bir dönem görev verildi, müzecilik yaptım. Kısaca 4-5 beş kişinin yapabileceği işleri tüm hayatım boyunca tek başıma yapmak zorunda kaldım. Hayatımı kazanmak için yıllarca Bedri Rahmi’nin yanında mozaik çalışmaları yaptım, İzmir, Balıkesir fuarlarında pavyonlarının yapımlarına katıldım, sergileme alanlarını düzenledim, boyamalar, dekorlar yaptım. Öğrencilik yıllarımda, tatillerde demiryollarında işçilik yaptım. Bu nedenlerle istediğim kadar kitap okuyamamış, dilediğim şeyleri yazamamışımdır da. Bu nedenlerle ben hayatım boyunca hep ürettim, hiç boş durmadım, duramadım, sadece sanatın sanatçı yanında değil, Akademisyen, yönetici, hoca, konferanslarda konuşmacı gibi hep bir yoğunluk içerisinde oldum. Tüm bu yaşadıklarım beni üreten, güçlü, tüm zorluklara göğüs gerebilen, dik durabilen bir insan yapmıştır. Yaşınız ilerledikçe de bu hayat bir yarışma ise, artık son yıllarınızı koşarak, daha çok üretmek için daha az zamanınızın kaldığı fikriyle daha hızlı koşmak, depara kalkmak gerektiğini düşünüyor, daha etkin şekilde üretmeye devam ediyorsunuz. Tabi bu işlere resimlerim, halılarım, baskılarım tüm üretimlerim, vakıf çalışmalarım, müze çalışmalarım da dahildir. Bu çalışmalarım olmasa, ben de daha sakin bir sanatçı hayatı yaşayabilir, kendime daha fazla vakit ayırabilirdim. Ama rahat sanatçının kurdudur, içini kemirir.

17 Temmuz’da Mine Sanat Bodrum Palmarina Galerisi’nde açılışı yapılacak olan kişisel serginizde, bu sergiye özel olarak hazırladığınız Bodrum temalı resimler de olacak.
İstanbul temalı resimlerim benim için çok özel. İstanbul resimlerim sadece Türkiye’de değil, ülke dışından sanat izleyicilerinin beğeniyle takip ve talep ettikleri bir seri. Şehir olarak İstanbul’dan vazgeçebilmem ne kadar zor ise başka bir şehri resimlerimde konu edinen resim yapmak da o kadar sıra dışı. Benim için İstanbul’un anlamı söylediğim gibi çok derin, burada bu anlamı ifade edebilmeye sayfalar yetmez. Bodrum da yıllardır gidip geldiğim ama bahsettiğim gibi yoğun bir tempoda geçen hayatım nedeniyle her yaz gelip uzun zaman geçirebildiğim bir yer değil ama benim için anlamı çok büyük. Geçtiğimiz yıl Bodrum’dan bir çiftlik edinip, orayı atölyeye dönüştürdüm. Önümüzdeki dönemlerde Bodrum’da daha fazla zaman geçireceğim. Bodrum’da geçireceğim zamanın artışı şehir olarak Bodrum hakkında daha derin düşüncelere, daha anlamlı yönlere evrilecek, Bodrum konulu resimlerimin sayısını arttıracaktır. Ama söyleyebilirim ki, izleyiciler daha önce görmedikleri Bodrum konulu resimlerimle bu sergide karşılaşacaklar.

Suadiye, 25 Haziran 2015

SABAHAT ÇIKINTAŞ’IN “de-şif-re” KONSEPTLİ SERGİSİ ÜZERİNE

Sabahat Çıkıntaş, birlikte uzun süre vakit geçirdiğim, sanata dair uzun konuşmalar yaptığım ve bu süreçte yakından gözlemleme olanağı bulduğum bir sanatçı. Onun sanat üretme koşullarını ve üretim aşamalarını yakından izleyen bir eleştirmen olarak bir tespitte bulunmam gerekirse öncelikle şunları söyleyebilirim. Sabahat, resimlerini, enstalasyonlarını, videolarını içsel dünyasının süzgecinden geçirdiği bir matematikle yapıyor. Biz izleyiciler elbette sonucu görüyoruz. Yaptığı geometrik soyutlamaların rasyonel bir matematikle ortaya çıkması, üretiminin arka planında da rasyonel-bilimsel bir yaklaşım aramayı gerektirirken Sabahat’ın resimlerinde tam tersi bir durumu görüyoruz.

Duygusal bir arka plan…

s_cikintas

Geçmiş, hatıralar, yaşanmışlığın verdiği burukluk ve hafızada yer tutan anılar, sisler arasından çıkıp gelen, son derece yoğun duyumsamalar onun geometrik soyutlamalarının arka planını oluşturuyorlar.

Resmin arka planında bunca yoğun duygu durumunun bulunması bana oldukça şaşırtıcı geldi. Sanatçının yaptığı tasarımların her biri geometrik soyutlamalar üzerine kurulu ancak bu tasarımların her birinin kendince bir hikayesi var. Buna karşın, ortaya çıkan resim, hikayesi olmayan, soyut bir resim.

Duygu durumlarını, espas içinde dolaşan bir enerji dolaşımı olarak gören sanatçı, geometrik soyutlamaları, eski buluntulardaki yaşam izlerini, kağıt ve boyalarla yaptığı kolajlarda bulduğunu söylüyor. Renkler arasında kuvvetli kontrastlarla tabakalaşmış boya katmanlarının hareketi ve ritmi, geometrik soyut kompozisyonlarda, doğayla bütünleşen sanatçının bellek izlerini yansıtıyor.

Zaman ve varlık ilişkisi….

Sanatçı, bir önceki sergisinde zaman kavramına odaklanırken “de-şif-re” başlıklı bu sergisinde “zaman ve varlık” kavramına yoğunlaşıyor. Kendi yaşamından onun için önemli olan bir zaman kesitine zoom yapıyor, 1998-2009 yılları arasında zorunlu olarak çalıştığı 15 m2lik ofisin penceresinden baktığında apartman boşluğunu görüyor. Orada, atıl olan kağıt, plastik ve metal obje yığınından başka görülecek bir şey yok. Ancak pencereden dışarıya açılan tek mekan olan bu boşluğa her baktığında başka bir şey görmeye başlıyor. Gördükleri onun için “atık yığını manzarası”nın dışında bir konstrüksiyona dönüşüyor.

Her sıkıldığında, hapsolduğu o ortamdan kaçmayı her düşündüğünde, açtığı pencereden gördüklerini fotoğraf makinesi ile çekiyor. Bu fotoğraflara yıllar sonra baktığında gördükleri, kendi geçmişinin bir dönemine ait orada bulunmuşluğunun, huzursuz hissedişin varoluşsal sessiz tanıkları oluyorlar. Sanatçı bu fotoğrafları bir araya getiriyor ve 1998-2009 yılları arasında geçen zamanın tek tanığı olan bu fotoğrafların, geçmiş anların donmuş kanıtları olan görüntüleri üzerine boya müdahaleleri ile yerleştirdiği kare biçimlerle kompozisyonlar oluşturuyor.

Hep sorgulanan, “zaman ve varlık” ilişkisi Sabahat’ın resimlerinde de sorguladığı en temel kavramlar olarak kare üzerinden okunabiliyor.

Kare, Sabahat’ın sanat üretimlerinde en temel, en vazgeçilmez biçim olarak karşımıza çıkıyor. Resimlerinin en temel arketipi olan kare, Pisagor’a göre “ateş-hava-su-toprak” gibi evrenin en temel dört elementinin simgesi.
Evrenin enerjisine inanan Sabahat için Pisagor’un elementleri evrenin en temel elementleri olması bakımından önemli. Bu nedenle kare, O’nun resimlerinde nesnelerin hem zihinsel olarak hem de görünür dünyada bir imge olarak varlığını sürdürebildiğinin bir kanıtı gibi.

Kare üzerinden yaptığı biçimsel soyutlamalar sanatçının öznelci ve ifadeci bir tavırla gerçekleştirdiği kompozisyonlarında resim yüzeyini bölen, parçalayan, bazen de tümleyen çerçeveler olarak, onun kozmos içinde evrenselliği aradığı neoplastisizm olarak ortaya çıkıyor. Kare, nesneler dünyasının sembolik durumlarını temsil ediyor.

Sabahat, sezgileriyle sanat üreten bir sanatçı. Üretimlerinde etkilendiği ve resimlerinin arketipinde yer alan varlık ve zaman sorunsalı, O’nun tüm sanat anlayışının bir özeti olarak okunabilir. Kare biçim üzerinden ifadesini bulan varlık ve zaman kavramları, sanatçının yaşadığı duygu durum halini; geometrik soyutlamalar, imgeler yoluyla, görsel dünyanın olanaklılığı içinden ifşa ediliyorlar.

Kare, bir sanat nesnesi olarak, sanatçının yeni duyu alanlarının tanıklığıyla yeniden kurulan, yeni nesnelliğin kılıfı içinde yeniden var edilen, alımlayıcı ile iletişime geçerek bu kez de alımlayıcının duyu alanları içinde yeniden varolan bir sürecin öznesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu geçişler sırasında meydana gelen zamansallıkta, zihinsel olanla gerçeğin görüntüsü aynı anda varlığını sürdürüyor.

Belki de sanatta somut olan bir şey yok. Ne zihnimizde, oluşan duygu durumu somut, ne de onların algımızda, imgeye dönüşmüş geometrik halleri somut. Anlık olanın geçiciliğinde neyin kalıcı olduğunu söyleyebiliriz ki belleğimiz dışında.

Varlığın zamanla metanetli ilişkisi…

Resimlerini yaparken yegane metot olarak kabul ettiği; içsel dünyasının dışavurumu bir anlamda sezginin şuurlaşması olarak karşımıza çıkıyor. O’nun resimleri öznelci ve ifadeci bir tavırla, kozmos ile uyumlu olarak gerçekleştirdiği, evrenselliği aradığı bir yol.

Sabahat’ın resim yapma süreci birçok sanatçıdan farklı. Kendi oluşturduğu dünyanın dengeleri ve enerjisi var. En çok da evrenin enerjisine olan inancı ve bu enerjinin rehberliğinde resimlerini yapıyor olması hayli egzotik. Sebahat’ın büyük bir tutku ve inanç ile sanat ürettiğini görmek bana Seraphine Louis’in resim yapma biçimini hatırlattı. Seraphine’in iç sesini dinleyerek, resim yapma tutkusunu Sabahat Çıkıntaş’da gördüm. Seraphine’in çok dindar bir kadın olması ve resim yapma emrinin göklerden geldiğini söyleyerek huşû içinde tutku ile resim yapması dinsel bir ritüeli yerine getirircesine iç huzuru bulmasını Sabahat’da da gözlemlemek mümkün. Resimlerini yaparken kendisine terapi gibi geldiğini ve ruhunun rahatladığını, kendisini huzur içinde hissettiğini söylüyor.
Çıkıntaş’ın yapıtları, kozmos ile uyumlu olarak gerçekleştirilmiş bir yapıda, karşımıza çıkıyor ve evrenselliği arıyor. Form anlayışı, resim yüzeyini bölen çerçeveler ve onun doğadaki yeni arayışları, Neoplastisizm’in önemli temsilcisi Piet Mondrian’ın, kareler formunu çağrıştırıyor. Sanatçının resimlerindeki denge ve kontrastlar, bilimsel ve rasyonel bir anlayışla, yaşamın felsefesini, hayata geçirmeyi hedefliyor.

Sabahat, geçmişin önemli olduğunu, ayak izlerinin geçmişin izleri olduğunu ve sanat üretmenin kendisinden bir iz bırakmak olduğunu düşünüyor. Sanatçının yolda olduğunu, yürüdükçe yol aldığını, yol alırken de durup geriye bakmanın geçmişiyle hesaplaşmanın önemli olduğunu vurguluyor.

Sanat üretme bir görüntü deneyimi. Sabahat’ın üretimlerinde sanat, dış fiziksel etkilerle sanatçının iç kuvvetleri arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkan bir faaliyet. O, dış etkileri kendi içinde ele alıyor, özümsüyor, kurguluyor ve yeniden biçimlendiriyor. O’nun resimlerinde, dış etkilerin neden olduğu fizyolojik ve psikolojik tepkiler, imgeler yoluyla kendi anlamını buluyor. Plastik dil oluşturma diye adlandırdığımız bu deneyimin fiziksel temellerini oluşturan dış optik etkiler ve çevresel etkilerin bütünleştiği iç etkiler, kendi değer hükümleri içinde faaliyet gösteriyorlar. Ancak dışarıdan gelen etkiler, sanatçının iç görüsü ve duyumları ile düzenleniyor. Her deneyimde dış değer hükümleri, iç değer hükümlerinin bir parçası haline dönüşüyor. Sabahat’ın resimlerinde yer alan duygusallık, geçmişin izleri ve duyumları, iç değer hükümlerinin bir parçası olarak plastiğin olanakları içinde, dış değer hükümlerine dönüşüyor.

Sabahat, sezgileriyle sanat üreten bir sanatçı. Üretimlerinde etkilendiği ve resimlerinin arketipinde yer alan varlık ve zaman sorunsalı, O’nun tüm sanat anlayışının bir özeti olarak okunabilir.
Sabahat’ın sanat üretimlerine resimleri üzerinden baktığınızda “klasist modernist” bir yerde duruyor. Ancak yaptığı enstalasyonlar ve kostümler ile ise postmodern bir yerde duruyor. Kostümdeki kare şeklindeki aynalar ise bakanı içine alan iç-dış, ben-öteki kavramlarına gönderme yaparken izleyici de sanata dahil ediyor, izleyici kendisini parça parça orada sanatçıda görüyor. Böylece parçalar bütünle, bütün de parçayla değişimini gerçekleştiriyor.

Sabahat Çıkıntaş’ın işleri, yaşamıyla aynı paralel süreçte gelişip olgunlaşıyor. Bu onun sanat yapma biçimi. Bu nedenle kendini ve yaşamından kesitleri de üretimlerinin bütününde görmek mümkün. Örneğin sergide kendi tasarladığı kostümü giymesiyle kendi varlığını sanatıyla bütünleştiriyor.

Sabahat Çıkıntaş, “de-şif-re” sergisi için kendisine bir kostüm tasarladı. Tasarladığı kostümde simge olarak kullandığı renklendirilirmiş muhtelif rujlu dudak imgeleri kullandı. Bu imgeler, gülen, mutlu ifadeleri yansıtan dudaklar. Konuşan, gülen bu dudak imgeleri, kendisinin o günlerde, konuşmak isteyip de konuşamadığı anlarına ironik bir gönderme yaparken, tüm konuşamayan, kendisini ifade edemeyen kadınlara da referansta bulunuyor.

Elinde tuttuğu kağıttan gül demetinin siyah olması tüm renkleri içine çeken siyahın hüzün tarafı. Sanatçıya göre, siyah gül demeti, hüznü simgelese de aynı zamanda yaşamın hem madde hem de ruh tarafıyla ilgili bir metafor. Kostümünü tamamlayan son parça ile genç kızlığına gönderme yapıyor. Genç kızlığında işlediği kanaviçe çarşaf, kenar bordürü olarak sanatçının sergisinde giydiği kostümün sırtından aşağı doğru sarkan bir bölümü oluşturuyor. Bu kanaviçeli parça, sanatla uğraşmadığı günlerin çok gerilerde kalan bir anı nesnesi olarak sergide yerini alıyor.

Sabahat’ın işleri, yaşamıyla aynı paralel süreçte gelişip olgunlaşıyor. Bu onun sanat yapma biçimi. Bu nedenle kendini ve yaşamından kesitleri de sergi içine katıyor, sergide kendi tasarladığı kostümü giymesiyle kendi varlığını sanatıyla bütünleştiriyor. Böylece tam ve bütün olarak, görünen ve görünmeyen, algılanan ve algılanmayan yanlarıyla içsel sezgilerini, duyumlarını “de-şif-re” etmiş oluyor, dudak hareketlerinden oluşan videosu ise kesik kesik heceler şeklinde serginin tematiği olan “de-şif-re” repliğini heceliyor.

Lütfiye BOZDAĞ

KORUNAKLAR VE TEKLER

İstanbul Mine Sanat Galerisi, Nişantaşı mekânında H. Avni Öztopçu’nun 1985 başlangıçlı “tek”lerini ve yakın zamanlarda gelişen “korunak”larını “Korunaklar ve Tekler” başlığı ile sergiliyor.

Resim sanatına perspektifin girmesiyle birlikte, insan ve doğa arasındaki bütünlük ilişkisinin kavranması mümkün olmuş, tarihi boyunca sanat, doğa ve insan arasında bütünlüğün arandığı bir mecra haline gelmiştir. Evreni anlamaya çalışan insan, sorular sormuş, bazı kavramları açıklamaya çalışmıştır. Sanayi devrimi ile başlayan, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanın daha önce deneyimlemediği yüksek hızla tanışması, yeni bir zaman algısıyla yüz yüze gelmemize yol açtı. Özellikle de fotoğraf makinesinin keşfinden sonra, iki boyutlu yüzeyde perspektif yaratma kaygısı bir makine tarafından yapılır olunca, sanatçılar resim yüzeyinde, görüneni yansıtan tasvirler yerine, görünenin arkasındaki zihinsel boyutu irdelemeye, “mekan ve zaman” ilişkisini düşünsel bir kaygıyla ele almaya yöneldiler.

İnsan için en temel kavramlardan olan “zaman ve mekan”, H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde de en temel sorunsallar olarak ele aldığı kavramlar.

1985 yılından itibaren “mekan ve zaman” ilişkisini düşünsel bir kaygıyla ele alan sanatçı, çoklu görme pratikleri geliştirerek analitik bir yaklaşım sergiliyor. H. Avni Öztopçu, sadece nesnenin, mekana aidiyetiyle değil aynı zamanda nesnenin zamana aidiyeti ile de ilgileniyor. Nesnenin zaman-mekan ilişkisi içinde sorgulanmasında; sanatçının amacı ne sadece elimizden kayıp giden zamana karşı dondurulmuş bir anı belgelemek, ne de zaman ile birlikte varolan bir anı yakalayarak, sonsuz kılmak.

Sanatçı, nesne ve uzay diyalektiği içindeki karşıtlıkların oluş halini, plastik dünyanın dilinde bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları; boşluk ve doluluk, yatay ve dikey gibi kontrast kavramları döngüsel bir akış içinde okumamıza olanak veriyor. H. Avni Öztopçu; resimlerinde uzay kavramını, nesneler arasındaki boşluklar ve birbirini kesen ya da ardışık gelen düzlemlerle, perspektifi de kullanarak üç boyutluluk yanılsaması ile ilişkilendiriyor. Uzayın kurallarını kendisinin belirlediği bir kurgu ile sanata özgü sınırlanmış bir yüzeyde, sanatsal enstrümanların oluşturduğu bir dünya kuruyor. Referansları dış dünyadan gelmesine karşın, kompozisyonun içinde yer alan tüm ögeler sanatçının iç dünyasının yansımaları olarak da okunabilir.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde hiçbir nesne tesadüfen mekanda yer almıyor. Nesne, zamanın içinde süregelen bir hareketliliğin ögesi olarak aidiyetini gösteriyor. Sanatçı, nesnenin zaman ve mekan aidiyetini çok yönlü bir perspektifte sorguluyor. Bu perspektif sanatçının resimlerinde 1985 yılından itibaren ele aldığı, her dönemin tavrı içinde kendi “Tek”lerini oluşturuyor; geçmiştekilerle hesaplaşarak kendi içindeki dönüşümlerle korunaklı alanlarda farklı arayışlara giriyor. Bu arayış yolculuğunda her dönemin; kendi düşünüş ve duyuş perspektifinden hareket eden sanatçının üretimlerinden tekler görüyoruz. Her dönem yeni arayışlara yönelen sanatçı, resimlerinde temel aldığı “zaman ve mekân” algısı içinde görünür olan ile duyulur olanın döngüsünü izlememize olanak sunuyor, otuz yıldır ele aldığı problematiği, kendi dönemleri içinde oluşan kurgusal değişimleri, bir bütün içinde görmemize olanak veriyor.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde ele aldığı mekan-zaman ilişkisi, fiziki bir durumun ötesine geçen, duygu ve düşüncenin birlikteliğinde, sanatçının iç görüsü ile tasavvur ettiği imgesel bir sürecin yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. Sanatçının düşüncesinde gelişen kurgu, resim yüzeyine aktarılırken, her elemanın kendine ait verileri oluşuyor ve oluşan bu veriler, formun, hareketin optik bir ifadesi olarak somutlaşıyor. Kullanılan tüm öğelerin hareketi ve ona karşı direnç gösteren yüzeyin yapısı, düzlemler ve ışık-gölge ile dikkati çekiyor. Yüzeyi bölen, tasnif eden her geometrik parçanın yeni bir düzlem oluşturma ihtimali gözleniyor. Dikeyler, yataylar, resim düzlemi üzerine yerleştirilen her parça, kendine ait bir anlam üretiyor. Plastik değerler, resim yüzeyinin boşluğunda sayısız şekilde bir araya gelirken, düzlem çeşitlemeleri zaman ve mekan algımızı da zenginleştiriyor. Düzlemlerin kestiği mekanlar, oluşturduğu koridorlar, nesne ve zaman arasında yeni ilişkiler kurmamıza neden oluyor. Öte yandan fiziki mekan, yapıtın kendisine dönüşerek, mekanda yer alan zaman algısını da eserin içine dahil ederek dördüncü boyut hissini yaratıyor. Bu nedenle H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde yüzeyler, önemli bir sorgulamaya hizmet ediyorlar. Nesneler arasındaki boşluk, sadece nesneleri gösteren alanlar değil, aynı zamanda uzamın parçaları. Nesnelerin arasındaki boşluk bir tasarım ögesi olarak hem bir figür, hem de uzamın bir parçası. Uzam içinde birbirleriyle ilişkili olan planlar, bir yandan bir düzlemin yüzeyini oluştururken, diğer yandan düzlemin yüzeyini bölerek azaltıyor. Yatay dikey ya da düzensiz olan bu yüzeyler, diğer yüzeylerin bütünlüğünü bozacak şekilde mekanı kesiyorlar. Görsel dünyaya baktığımızda bir obje, diğer bir objenin ya önündedir ya da arkasında. Bitişik veya birbiri üzerine gelen yüzeyler arasında ise geçiş basamakları vardır, geometrik formlar gibi düzlemler de bazı faktörlerin etkisi ile üst üste gelmiş gözükürler. H. Avni Öztopçu’nun resimleri bu ardışıklığın gözlendiği kurgularıyla dikkati çekiyor.

Sanatçının resimlerini, sadece yapıtı meydana getiren plastik düzenin çözümlenmesi olarak değil, aynı zamanda onun oluştuğu yer ve zaman bağlamı açısından kavramsal olarak da değerlendirmek yerinde olacaktır. Zamanın gelip-geçici olması, değişim ve süreklilik içermesi, kurgudaki diyalektiğin kavramsal olarak önemini artırıyor. Paul Virilio’ya göre, yeni küresel enformasyon teknolojisinde öne çıkan şey artık mekan değil, zaman. Modern sonrası yeni dönemde, zamanın hızı, gerçeklik algımızı hem yoğunlaştırıyor, hem de hızlandırıyor. Bu durum dünyasal zaman ve mekanın doğallığını parçalayarak, gerçekliğin salt bir zaman dışılık ve mekan dışılık olarak algılanmasına sebep oluyor. Ancak H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde hız ve parçalanmışlık yerine bütünlüğün, dinginliğin, yalınlığın ifadesi öne plana çıkıyor. Sanatçı, resimlerinde, sadece yüzeysel olan görüntüyü değil, ögelerin birbiriyle oluşturduğu karşıtlıkların dengesini önemsiyor. Bu karşıtlık tek tek ele alındığında, resim düzlemi üzerinde yer alan her dikey ve yatay kesit ile kendini gösteriyor ve yüzeyi etkileyerek onun iki boyutlu niteliğini bozuyor, düzlem üzerinde kendi etki alanını oluşturarak diyalektik bir devinime araçsallık ediyor. Sanatçı, her elemanın varlığını, zıt bir güce gösterdiği dirençle dengeliyor. Bu dirençte karşıt güçlerin nasıl birbirlerini güçlendirdiği veya zayıflattığını görüyoruz. Karşıtlıklar aynı zamanda oluşturdukları gerilimle bir dinamizim sağlıyor. Karşıtlıkların arasındaki dinamizm, bazen yatay ve dikeylerle, bazen ışık-gölge kontrastlığı, bazen de sıcak ve soğuk renklerin karşıtlığında görülüyor. H. Avni Öztopçu, bu sergisinde renklerin kontrastlığı yerine yatay ve dikey düzlemlerin, açık ve koyu değerlerin kontrastlığı üzerine odaklanarak minimalist ve yalın bir anlayışın izlerini sürüyor. Kompozisyonlarına bakarken bu dinamikleri birbirleriyle karşılaştırıp tek tek analiz etmemize daha sonra da bu parçaları bütünlememize imkân sağlıyor.

H. Avni Öztopçu’nun resimlerinde bütünlük önemli bir yer tutuyor, düşünsel boyutta olduğu gibi duyusal boyutta da görsel elemanları ilişkilendirerek bir bütün içerisinde düzenlemeye yönelik bir algı geliştirmemize olanak tanıyor. İki boyutlu resim düzlemi ile sınırlandırılmış yüzey üzerinde, görsel unsurların uzamsal dağılımları algısal bir etki oluşturuyor. Sanatçı, algının bilinç zemininde yarattığı etki ile izleyicinin duyarlılık düzeyini provoke ederek duyusal algının kapılarını aralıyor. Yaptığımız analizde bu ayrıştırmanın bir bölümünü, biçim üzerinden dışsal etkileri göz önünde bulundurarak, bir kısmını da duyumlar üzerinden içsel tepkilerle yapmamıza vesile oluyor.

H. Avni Öztopçu, İstanbul Mine Sanat Galerisi, Nişantaşı mekânında “Korunaklar ve Tekler” başlığı ile sergilediği resimlerinde ele aldığı en temel sorunsal olan “zaman ve mekân” algısını sorgularken, plastik sanatların imkânlarından nasıl yararlandığını, sanatın temel ögelerini nasıl ele aldığını görmemize imkan sağlıyor. Sanatçının bu ögelere yaklaşımını, 1985 den itibaren tarihsel bir döngüde görmek mümkün.

Her çalışılan sanatsal üretim, içinde bulunduğu döneme göre şekillenir ve yorumlanır. Zaman-mekan sorunsalını, plastik dilin imkanları üzerinden yorumlayan H. Avni Öztopçu’nun “Korunaklar ve Tekler” sergisi, dönemlerin kendi içindeki koridorlarında süren arayışın izlerini sürerken, kendi iç dinamikleri içinde dönüşerek, değişerek geleceğe yol alıyor.

Lütfiye Bozdağ

ASIM İŞLER

2007’de kaybettik Asım İşler’i; kariyerinin en verimli döneminde. Amansız hastalığının, sanat piyasasının yeni yeni canlandığı yıllara rastlamış olması da bir başka şanssızlığı oldu. Bugün olduğundan çok daha aranır olmalıydı elbette, bunun için gerekli meziyetlere sahiptir resimleri. Neyse ki, atalet dağılmakta, değerliyle değersizin havada uçuştuğu piyasa yaygarasından usanmış alıcılar, İşler’in sanatını da keşfetmekte nihayet! O kadar ki, yakın bir gelecekte bir piyasa trendi yaratmaları muhtemel.

asim_islerAsım İŞLER, Soyut Kompozisyon / Abstract Composition, 1995, Karton üzerine yağlıboya / Oil on cardboard, 1995

Figürle işe koyulmuştur İşler. Onun, aynı zamanda bir gravür ustası ve emekliliğine kadar Akademi’nin özgün baskı atölyesinin başında olduğunu hesaba kattığımızda doğal bir tercihtir bu. Ayrıca 70’li yılların ‘toplumcu gerçekçi’ söylemine fazlasıyla duyarlıydı ve yine doğal olarak o yıllarda, katledilen aydınların, öğretim üyelerinin anılarını dramatize etmekle meşgul oldu. Ama asıl çizgisini 80’li yıllarda buldu İşler: Uzun ve yoğun bir içsel birikimin patlamasına açıkça tanıklık eden bu dönem çalışmaları kelimenin tam anlamıyla ‘yüklüdür’: Boya değeri, jest örgüsü, gerilim ve hatta şiddet… Ayrıca, artı bir değer olarak, gravürden edindiği teknik ustalıktan da çok izler ayırt edilir: Agresif kazımalar, darbeler ve alttan üste doğru sökün eden dokular. Bu çalışmaları güdüleyen ruhun, action-painting’le akrabalığı yadsınamaz.

1987-92 arasında, ikinci kez Paris’teydi İşler ve oradan, yenilenmiş bir heyecanla ürettiği bir dizi çalışmayla döndü. Bunlar arasında en değişik olanları büyük boy afişler üzerine yaptığı müdahalelerden oluşan çalışmalarıdır. Verili (kamusal) imgenin tahrifi üzerinden, duyumlar seferber eden bir beden politikasına işaret eder o jestler. İki özelliği hemen göze çarpmakta; lirizmi ve canlı, neşeli renkler. Bunlar, ikinci Paris deneyiminde İşler’in, 70’lerin buhranlı baskısını üzerinden atmış olduğunun kanıtlarıdır önce. Sonra da bir olgunluk bileşimini haber verirler, 80’li yılların yüklü anlatımıyla, ikinci Paris deneyiminin lirizmi arasında çatılacak sağlam bir dengeyi. Asım İşler’in kariyerini bir bütün olarak karakterize eden de bu son özelliğidir kanımca. Büyük boyutlardadır ve giderek barok jestlerle örülmüştür son dönem resimleri. Rastlantısal olanın da kurucu bir değere dönüştüğü, gerilimle lirizmi bıçak sırtı bir dengede kollayan bir duyum egemendir onlara.

Kimi sanatçılar erken açılır, çabuk tüketirler, kimileri de uzun biriktirir, geç açılırlar. Asım İşler bu ikinci soydandı ve ölümü bunun için zamansız oldu. Yaşasaydı, hangi deneyim ufkundaydı, bilinmez. Fakat bir şey kesin, moda olanla, genel geçer olanla arasına koyduğu mesafe azalmayacak, artacaktı. Kariyerindeki aşamaları, güncel yönelimlerin baskısıyla değil, içsel zorlanmanın sonucunda – sahici- kat edilmiştir çünkü. Nereden mi belli? Renk kullanımından. Başka birçok özgüllüğünden önce, renk seçiminde bir an bile konformist olmadı İşler. Mesafelidir onun renkleri; buyur ettiği ölçüde dışarıda durdurur ve şunu önceler kanımca: Kuşku duy! Her direncin teslim olduğu yerde daha da kuşku duy! Sanatın nihai buyruğudur bu.

Yalçın Sadak
Mart 2014

SATIR ARALARI

“Haydi bilgeliğin korkunç kabuğunu kıralım ve kendimizi gururla olgunlaşmış meyve gibi rüzgarın kocaman, çarpık ağzına atalım! Kendimizi tümüyle bilinmeyene verelim, umutsuzlukla değil. Saçmanın derin kuyularını tazelemek için yapalım bunu.”


Marinettti’nin (…) üç noktalarla dolu fütürist manifestosu tam da fütüristlere özgü aşırı coşkunun ifadesidir ve yukarıda alıntılana paragraf, o üç noktaların karşılıklarından biridir.
Çünkü çoğu zaman o üç noktanın, satır aralarının içindedir sanat. Kelimelerin tükendiği, sözün bittiği yerde başlar. Anlatılmayanın ifadesidir ve sonsuza uzanışın öyküsü…
Satır araları önce durmayı ve soluklanmayı çağırır, sonra boşluğu, sonra çoğalışı…
Her uzaklaştığınızda ve yakınlaştığınızda çoğalır satır araları, boşluk olmaktan çıkar, ayrıntının ötesine geçer. Birkaç adım sonrasında ise zaferini ilan eder.
Biz bakmayı, görmeyi, duymayı, okumayı bitirdiğimizde geride kalanı anımsatır. Süreçte toplayan zihin, bitişte yeniden yaratmaya başlamıştır.
İşte tam bu anda metaforların, alt metnin, bütünsel anlamın gizli geçitlerine dönüşür satır araları. Akıl ve ruh, o boşluktan sızarlar. Salt, katı bilginin kabuğunu kırarlar. Bilginin, deneyimin ve sezginin eşliğiyle anlamın ötesine geçerler, dili esnekleştirip yaratım sürecine dahil ederler.
Ne esin perilerinin işidir sanat ne de kategorize edilmiş bir aklın ürünü. Çoğu zaman beklendiği yere gelmez. Ele geçirilemez. Evet, işte bu dediğiniz anda şekil değiştirir. Bıraktığı boşluklardan sızmaya hazır olanları bekler.
Bütün bu süreçte geçmişi, anı ve geleceği aynı anda taşıyan sonsuz soyut bir boşluğa dönüşür, Tıpkı yaşam gibi.
Canan Beykal, Hülya Küpçüoğlu, Nazım İrem, Fatoş Beykal, Froso Papadimitriou, Victoria Rance, Salih Cem Nar, Sabrina Osborne…
Bilmekten, deneyimlerden, ayrıntılardan yola çıkarak kendilerine ait satır aralarını gösteriyorlar. Bunu yaparken kişisel yaratımlarında farklılığın altını çiziyorlar.
Birbirleriyle temas etmeyen üslupların bir araya gelişiyle bütünü parçalayıp dilin olanaklarına dikkat çekiyorlar.
Belki bir anımsatma ya da ayrıntıya dikkat çekme (…) dilin aykırı, ayrıksı yapısına gönderme…
Anlamın diğer yüzünü gösteren, zihnin savruluşuna izin veren satır aralarındaki boşluk. Yeni anlamlarla, kelimelerle doldurulmayı bekleyen cümle aralarındaki üç nokta. Ve yaşamın, sanatın doğasında olduğu gibi sonsuzu, belirsiz bir geleceği işaret eden, metni, anlamı sonlandırmayan üç nokta…

Nilgün Yüksel
Nisan 2014

KADIN YAZGISININ GÖRGÜ TANIKLARI

Bilge Alkor’un küratörlüğünde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününe ithafen Mine Sanat galerisi, 3 Mart – 5 Nisan 2014 tarihleri arasında “Yansıma ve Buluşma” başlıklı bir sergi düzenliyor. Sergide yer alan sanatçılar; Halil Akdeniz, Alaattin Aksoy, Koray Ariş, Ahmet Elhan, Balkan Naci İslimyeli, Şükrü Karakuş, Serhat Kiraz, Murat Morova, Argun Okumuşoğlu, Ahmet Öktem, H. Avni Öztopçu, Kenan Sunar, Yusuf Taktak, Esat Tekand

Bilge Alkor, Taksim Gezi Direnişinden sonra 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için Geziyi bir arada tutan ilkelerden hareket ederek çoğulculuk, bütünleşme, dayanışma ve buluşma kavramlarını ve bunların yansımasını ele alan bir sergi yapmak istediğini söylüyor. Alkor, erkek ressamlardan, kadına bakışı dışa vuran üretimler yapması konusunda bir konsepti ele alıyor. Aslında bu bir anlamda, bin yıllarca süren kadın yazgısına, görgü tanıklığı yapmış olan erkekler adına, bir grup erkek ressamın söz alması olarak da okunabilir.

Erkek ressamlar, farklı coğrafyalarda, geçmişin tarihselliğinden bu güne yaşayan kadın figürlerini ele alırken, yazgısının getirdikleriyle mücadele eden kadınları selamlıyorlar. Antik dönemden on dokuzuncu yüzyıla, yirminci yüzyıldan günümüzde, gezide, mücadelenin ve direnmenin sembolü olan kadınlara merhaba diyorlar.

DSCN5569

Yaşadıkları coğrafyalar ve koşullar ne olursa olsun direngen kadınlar, 2014 yılında erkek ressamların resimlerinde, evrensel estetik değerlerden referanslı bir üslup ve sorgulamayı da gündeme getiriyorlar. Bu üretimlere baktığımızda yaşanan acılar ve güçlüklerin geçmişe ait olan ile bugüne ait olanın buluştuğu, resim içinde resim ile yeni bir semantik dil oluşturuyorlar. Bu semantik dil, kadın yazgısının görgü tanıklığı, belleğimizde kalan izleği ile insani olanı yeniden sorgulamamızı gerektiren bir antropolojik kazıyı çağrıştırıyor. Erkek ressamların üretimlerinde ele aldıkları konular en yakından en uzağa; kadının yazgısına karşı çıkan bir varoluş öyküsünden referans alıyor. .

Serhat Kiraz’ın, literatüre geçen ilk kadın şair olarak bilinen Sappho ile başlangıç yapması gibi. Kiraz Sappho’nun kişiliğinde kendisini etkileyen bir kadın varoluşunun izini sürüyor. Erkek dünyasına kafa tutan direngen bir kadın şairin geçmişten bugüne, zamansal art ardalık içinden belirmesi; tarih içinde tüm acı çeken kadınların çığlığı olarak bugüne ulaşıyor. Erkek dünyasında varolamamanın sancıları, söylenememiş sözlerin dile gelişi karşısında tuhaf bir zamansızlık duygusu ile sarsılıyorsunuz. Sappho’nun şiirindeki lirik dil, Serhat Kiraz’ın referansıyla, insani olanı temel alan bir selamlama içinde, çağdaş bir yorumlama istenci ile dile geliyor.

şimdi ışıldar o, Libyalı kadınlar arasında

ayın kızıl parmakları uzandığında

günbatımından sonra, nasıl silerse

etrafındaki yıldızları, ve dağıtırsa ışığını

tuzlu denize ve çiçeğe kesmiş tarlaların üstüne;

ve çiyleri saçarak toprağa, diriltmek için

gülleri ve kırılgan kekikleri

ve tatlı tomurcuklanan bal–lotusu

Sappho

Mürekkep” serisinden platin paladyum bir baskıyla sergiye katılan Ahmet Elhan, cinsiyet kimliklerin ontolojik durumuna dair bir sorgulama yapıyor. Toplumsal cinsiyetin sürdürülmesinde, merkezi algı ve iktidar ilişkilerini sorguluyor. Elhan, sosyal kodları fotoğraf görüntüsünün yüzeyinde üst üste bindirmelerle, tekrarlarla, sapmalar yaratarak bozuyor. 21. yüzyılda birçok kadın toplumsal cinsiyet baskısı altında, nefret suçları mağduru olduğuna, işkence gördüğüne ya da öldürüldüğüne tanık oluyoruz. Kadının maruz kaldığı şiddet, güç ve baskının yarattığı bedensel ve ruhsal travma, tüm topluma bulaşan bir hastalık gibi huzursuzluğun yayılmasına neden oluyor.

Alaattin Aksoy, “takdir-i İlahi” adını verdiği, alegorinin uçsuz bucaksız evreninde bilgi çağında bilinçsizliğin kurbanları olarak cinsiyet ayrımcılığını ele alıyor. Kadınların erkeklerle eşitlenmediği bir dünyada, yaşamın enkaz’a dönüşmesi konusunu ilk günahı işleyen Havva metaforu ile karşımıza çıkıyor. Tarihsel kadın ötekiliğini kötücül yılan metaforuyla görünür kılıyor. Doğrudan anlatı yerine ince bir ironi ile kurgusal bir düzenleme anlayışı içinde kitabi dinlere göre yaratılan ilk kadına ve ilk günaha gönderme yaparken semantik bir dil oluşturuyor.

Halil Akdeniz, sergiye “Kültür İmleri” adını verdiği resim ile katılıyor. Akdeniz resimlerinin karakteristiğini oluşturacak kadar önem arz eden yaba metaforu, Yunan mitolojisi’nde denizler, depremler ve atlar tanrısı olan Poseidon’a ait. Poseidon’un en önemli silahı olan üç dişli yabası aynı zamanda eril gücün bir simgesi. Poseidon, yabasını yere vurduğunda depremler meydana gelir, yer yerinden oynarmış. Hırsı ve gücü temsil eden Poseidon’un bu tavrı, mite göre Atlantis’in yok olmasına sebep olur. Kadın’ın bedensel güçsüzlüğü karşısında beden gücünü savunan eril anlayış, geçmişin farklı zaman ve mekan katmanlarından gelen imgeler, günümüzün çağdaş imgeleriyle belli bağlamlarda bir araya gelerek sorgulamalar yapmamıza temel oluşturuyor. Akdeniz, en eski çağlardan gelen kültürel ritüelleri modern dünyaya taşıyarak, yeniden kurgulamakta ve soyutlamakta. Geleneksel kodlar ya da kültür imleri ile sergi konseptine kavramsal bir yolculuk yapmamıza neden oluyor.

H. Avni Öztopçu, “ikilem” adını verdiği çalışmasında renkler ve soyutlamalar üzerinden ilişkiselliğin ya da ilişkisizliğin ikilemine dikkati çekerken kadın ve erkek arasında toplumsal cinsiyetin ortaya koyduğu ikileme de gönderme yaparak sergi konseptine referans veriyor. Resmin kurgusu ile izleyicinin tinsel karşılaşması arasında somutun soyuta evrilen sonra tekrar soyuttan somuta evrilen düşünsel kavramların ikilemi ile yüzleşmemize vesile oluyor.

Koray Ariş, minimalist yaklaşımıyla yalın ve öz olanın, ağaç formunda bütünleştiği “isimsiz” başlıklı heykeliyle çocuksu, oyunsu bir dünyanın kapılarını aralayarak sergi konseptine dahil oluyor. Heykelin formu kadın bedenini hatırlatan bir kavramsallıkla soyutlanırken, ağaç dokusunun tüm ayrıntıları gizleyen, olağan yalın hali, minimalist bir düşünüşün izlerini taşıyor. Formun kısmen yuvarlak, kısmen köşeli olması ile kadına ait meteforlara götürüyor, izleyiciyi. Kadına ilişkin gizemli ve derinlikli, sesiz ve durağan bir anlamlar örgüsüne, masalsı ve tarihsel çağrışımları ekleyen örtük bir dünyaya dahil olan bir varoluşu imliyor.

Kenan Sunar’ın “doğayı korumak” adını verdiği çalışmasında doğaya ve hayata bütünsel bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Özellikle doğayla iç içe, geleneksel yaşam biçiminin korunduğu kırsal bölgelerdeki kadınların, ağır iş yükü altında verdiği mücadeleye doğayı koruma mücadelesini eklediklerine dikkati çekiyor. Karadeniz’deki HES mücadelesinin direngen kadınlarını bir doğa manzarası ile selamlıyor.

Sergiye “Bir Ev Kadınının Fotoromanı” serisinden bir fotoğraf baskı ile katılan Balkan Naci İslimyeli, kadın yazgısını sorguluyor. Sanatçının kadın yazgısı için seçtiği “ev kadını” karakteri üzerinden kadın sorununa bakışı fotoğraf üzerinden bir yansıtma ile gerçekleşiyor. Balkan Naci, yaşamın değişmezleri ve akışı arasına sıkışan kadının varoluşunu hikâyeleştirerek ilistüre ediyor. Ezilen ve emeği görünmeyen ev kadınları ile bir tür yüzleşme yaşatmak, sorular sordurmak istiyor.

Murat Morova’nın “Çocuk Gelin KADER” başlıklı çalışması, günümüz Türkiye’sinde önemli bir sorunla yüzleşmemize vesile oluyor. Okul sıralarında olması gerektiği yaşta evlendirilerek çocukluğunu yaşayamayan ve zor şartlarda çaresiz kalıp intihar eden “çocuk anneler” konusunu ele alıyor. “Çocuk anne Kader”,  patriyarkal Türkiye toplumunda bir sembol olarak içimizi acıtıyor. Morova, çocuk gelinlerin uğradığı şiddeti ve ölümü anlatmak için cam bir panelden akıttığı kan gibi görünen, kırmızı rengin metaforundan yararlanıyor.

Argun Okumuşoğlu: “Yalnız Kalpler” serisinden “Sevim Burak” çalışmasıyla Çağdaş Türk edebiyatının acılı, cefakâr ama direngen bir yazarını yad ederek emekçi kadınlara bir selam gönderiyor. Sevim Burak bir yazısında bize şöyle sesleniyor:

“seni görüyorum

ordasın

ağacın altındasın

nefes almıyorsun

gözlerin açık

upuzun yatıyorsun

koca kuşun yanında uyuyorsun”

Sevim Burak, oğluna yazdığı bir mektupta, toplumsal cinsiyetçilik sorununa şöyle bir serzenişte bulunuyor; “bir yazar erkek olmalı ve karısı ona yardım etmeli ki, bu hep böyle oluyor, ama bir erkek sadece benim yazı yazmam için bana bakar mı?”

Argun Okumuşoğlu’nun tam da adlandırdığı gibi bu sözlerden “yalnız bir kalbin” atışını duyuyoruz. Yalnız, kırgın ama direngen bir kadın yazar olarak Sevim Burak, bize bıraktığı hatırası ile geçmişin unutulmuşluğundan sıyrılarak tüm zor koşullara rağmen yazmaya çalışan kadınlara umut oluyor.

morova-oktem

Ahmet Öktem, Fransız edebiyatının belki de ilk çağdaş realist romanı sayılan bir hikayenin baş kahramanı, yazgısına razı olmayan ve çaresiz kalınca, ölümü seçen bir kadını Madame Bovary’yi selamlarken bir empati geliştiriyor ve “Madame Bovary benim” diyecek kadar ileri gidiyor. Madam Bovary kitabının sayfalarını, yukarıdan aşağıya doğru birbirine iliştirerek sergiliyor. Kitabın sayfaları kıvrılarak bir form oluşturuyor. Romandan müstakil, bağımsız bir forma dönüşen bu enstalasyon, yukarıdan aşağıya akan yazıların dekoratifliği eşliğinde bir metafora dönüşüyor. Ancak bu metafor, sararmış yapraklarıyla, Öktem’in tam da söylediği gibi “Madam Bovary benim” dedirtecek kadar trajik olanın dayanılmaz cazibesine ve tarihsel bir dönemin romantik, yüce aşkına ait olma arzumuzu uyandırıyor, hafif ve buruk bir tebessüm eşliğinde…

Sergiyi gezerken tarihin bir başka döneminden bir melankoli prensesi karşılıyor bizi; Frida Kahlo.

Viva La Vida” adlı portresiyle, Şükrü Karakuş’un plastiğinde görünür olan Frida, “Ben hayatımda üç şeyden vazgeçemem diyor;

Birincisi aşkım Diego,

İkincisi sanatım,

Üçüncüsü ise Komünist Partisi’…”

Narin ve zayıf bedeniyle, yaşam ile ölüm arasında sürekli gidip gelen Frida, yaşadığı sağlık problemleri nedeniyle geçirdiği 34 ameliyat esnasında hep direnir, umudunu yitirmez, tutkusunu da… Tutkuyla yaptığı resimlerinde iç dünyasında yaşadığı gerçeklikler üzerinden Meksika’nın toplumsal gerçekliğini anlatır. Kahlo, daima “inadına aşk, inadına devrim, inadına sanat” diyerek yaşamış ve varoluşunu bunun üzerinden gerçekleştirmiş tarihsel bir direngen kadın ressam olarak halen devrimci mücadelenin önemli bir temsiliyetidir. Frida için devrimcilik öyle büyük bir tutkudur ki varoluşunu onunla başlatır; 1907 yılında Coyoacon’da dünyaya gelmesine rağmen bu tarihi asıl doğum tarihim dediği Emiliano Zapata önderliğindeki 7 Temmuz 1910 Meksika devrimi tarihiyle değiştirir. Şükrü Karakuş, Frida Kahlo ile tüm direngen devrimci kadınları selamlıyor.

Esat Tekand ise sosyalist kadın hareketi öncüsü; yazar ve filozof olan militan bir kadını, Clara Zetkin’i renkli bir soyutlama ile selamlıyor. Birinci Dünya savaşı döneminde zor geçen yıllar ve hiç bırakmadığı emek mücadelesi, savaş karşıtı tavırları ile bu cesur yürekli kadın, 1920’de Alman Parlementosu’na komünist parti üyesi olarak seçilen ilk kadın. Dünya tarihinin önemli bir direngen kadın idolü olan Zetkin, Esat Tekand’ın plastiğinde yeni bir semantik dilde soyutlamanın ve renklerin plastiğinde temsil üzerinden değil, soyut bir hatırlatma üzerinden bir kez daha görünür oluyor.

Yusuf Taktak;  “Boyun eğme” adını verdiği çalışması ile Taksim Gezi direnişine katılan kadınları selamlıyor. Siyasi iktidarın sadece toplumsal hayata yönelik değil, kadın yaşamına ve özgürlüklerine yönelik artan müdahalesi karşısında, kadınların da sokaklara çıktığı, direndiği bir mücadeleye selam gönderiyor.

Taksim gezi parkında ağaç katliamını durdurmak için başlayan direniş, Gezi Parkı sınırlarını aşarak İstanbul halkının ve ardından Türkiye’nin dört bir yanında yurttaşların, on iki yıllık AKP İktidarının baskılarına karşı birikmiş öfkesini dışa vurduğu bir direnme eylemine dönüştü.

Gezi direnişinde kadınlar, uğradıkları tüm baskı ve şiddete rağmen mücadeleden vazgeçmediler. Sıkılan biber gazlarına, sopalara, coplara, atılan plastik mermilere boyun eğmeyerek başkaldırdılar. Ölümler ve yaralanmalara karşın onurlu bir direnme örneği göstererek hep hatırlayacakları dayanışmacı bir hak arama mücadelesi gerçekleştirdiler. Kızlı erkekli, siyasi iktidarın rant ve ekolojik tahribat politikalarına karşın gezi parkında ağaçları savunarak aslında bir anlamda kadın hak ve özgürlüklerini savundular. Gezi direnişi, devlet şiddetine karşı kızlı erkekli dayanışmanın bir zaferi olarak tarihte yerini aldı. Yusuf Taktak’ın  referas verdiği gibi gezi direnişi, kadınlarla anılacak. Direnişin sembolü haline gelen kadınlar, bedenlerini siper eden kırmızı elbiseli kadın gibi sembolleşerek, tüm direngen kadınların temsili oldular.

Lütfiye BOZDAĞ
Mart 2014, İstanbul

Uzak Kaç Adım Eder?

1990’lı yılların ortasından itibaren etkinlik kazanan sanat pratiğinde bireyselden toplumsala çok katmanlı bir imge dağarcığı biriktiren Özgül Arslan, üretimlerinde resmi ideolojiler, eril iktidar ve tüketim kültürü tarafından şekillendirilen ‘kadın’ imgesini merkezine alan bir anlatımı benimser. Kimliğin yerli yerine oturtulması ya da yerinden edilmesine aracılık eden toplumsal eklemlenme biçimlerini anlama çabasını elden hiç bırakmayan sanatçı, ‘kadın’ imgesini basitçe ‘kurban’ ya da sıkıntının yegane gerekçesi olarak yapılandırmaz. Geniş bir çerçeveden, kadın kimliğinin toplumsal yapıya dahil olma tarzları, benimsenme pratikleri, rehavete indirgenemeyecek yaşamsal dinamikler içindeki konumunu düşünme fırsatı yaratmakla ilgilenir. Resimden fotoğrafa, videodan enstalasyona farklı mecralarda ortaya çıkan üretim çeşitliliği Özgül Arslan’ın hem güncel gerçekliğe dokunuşunda hem de günümüz sanatının çoğul estetiğine yönelik yaptığı vurguda kendini göstermeye devam eder. Sanatçının, toplumsal olguları, ilişkileri, yaşam biçimleri ve bireysel deneyimlerini sanatsal yaratıcılığa dönüştürdüğü araçların değişkenliği, pratiğini açık ve canlı tutuşunun göstergesidir. Özgül Arslan’ın, sağlam bilenmiş bir duyarlılık ve dış dünyadan dayatılan yetkeci istemlerle mücadele edebilecek bir kararlılıkla sürdürdüğü sanatsal pratiği açık bir kavrama dayanır. Değişim, yenilik, arayış olasılıklarını sürekli olarak gündeminde tutan sanatçının yaratıcılığı, bu olasılıklar aracılığıyla üretim formlarında farklı metodları denemesinde ya da sıradanlığın morfolojisi içinden çekip aldığı kavramlarında kendini gösterir.

Özgül Arslan son dönem üretimlerinde formsal/sanatsal geleneği, değişen durum/koşullara uygun görsel karşılaşmalara dönüştürmekle ilgilenir. Bu karşılaşma alanlarından birini yarattığı “Uzak Kaç Adım Eder!”de sanatçı, gündelik yaşam ve iç dünyasıyla ilgili bilinçdışı anlamlara yönelik sürekli mücadelesinden doğan izleri paylaşır. Karanlığı gözle görülür bir varlığa, oylumsal bir ize dönüştüren sanatçı, resimsel araçlarla yaratılan görüşe özgü büyülü bir kuramı uygularken, şeylerin kendi içinden geçtiği, görülür olanın gizli izlerini kazıdığı bir karşılaşma alanı yaratır. Özne ve varoluş, imgelemsel ve gerçek, gölge ve ışık gibi kategorileri birbirine karıştırarak sanatçı, sessiz anlardan oluşan düşsel dünyasını cömertçe ortaya koyar. Sergide yer alan çalışmalarda, kimlik, varoluş ve gündelik yaşamdan beslenen kavramsal bir bağlamın izini sürmek mümkündür. Bu kavramlar etrafında çoğunlukla kendi öznel deneyimlerini teşhis eden sanatçının üretim biçimlerini şekillendiren unsur  da böylelikle kendiliğinden gelir.

Özel alan olarak ev, bize hem dağınık imgeler hem de bir imgeler bütünü sağlar. Sanatçı, ev’i yargıların ve düşlerin etki alanına sokabileceğimiz bir nesne, içtenlikli ve somut bir öz olarak ele alır. Bizi, içinde korunaklı hissettiğimiz bir mekana bağlayan ince ayrımların ve herbirinin kendi içinde sakladığı derin gerçekliğin altını çizer. Sanatçının, elle tutulmaz gölgelerden inşa ettiği bu mekanlar, bellek ve imgelemin içiçe geçtiği uzak bir manzara yaratır. Çalışmalar, nesnel bir gerçekliğe karşı gelen öznel deneyimin ifadesidir. Görünürde izlenen huzurlu atmosferin örttüğü gerilim ve kaygı, sembollerin işlenişinde açığa çıkar. Kullanılan semboller, bilinçli ve bilinçdışı deneyimi, sanatçının şu andaki bireysel varoluşu, kadın, anne, eğitmen, sanatçı olarak çoğul kimliği ve sanat tarihi arasındaki ilişkiyi dışavurur. Öznel ve nesnel kutuplar arasındaki dinamik karşılaşmadan doğup gelmenin prototipik olgusunu sergileyen merdiven sembolü, geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir ‘Gestalt’ oluşturur.

Özgül Arslan’ın siyah kadife kumaş üzerinde ağartıcılar kullanarak ve silerek oluşturduğu bu resimlerde, ‘kadın’ kimliğinin toplumsal kurgusu ile bireyin/sanatçının deneyimi arasındaki bölünmenin üstü açılır. Sanatçı, resimsel dil ve gösterge ile kurduğu bu angajmanı, sürecin en şiddetli derinliklerine taşımayı tercih eder. Üretimler, belleğin acımasızca krize ve kesintiye uğratılmanın görsel şifrelerine sahiptir ve zorunlulukların, koşulların, seçimlerin törpülediği içsel süreçleri, anlamın ya da duyunun diğer tarafında kalarak nasıl eklemleneceğiyle ilgilidir. Sanatçı için bunu kabul etmek, sanatsal üretim ile sanatçı varoluşunun kırılganlığına meydan okumanın, yüzleşmenin ve kabullenmenin bir ifadesidir.

Silmek -özellikle bir yüzey söz konusu olduğunda- kaybetmeye, ortadan kaldırmaya, görünmez kılmaya yönelik bir eylem olarak belirir. Burada bedensel eylem, ifadenin canlı bir düğüm noktasıdır. Beden, yapıt ve ifade/eylem, öznenin nesnesiyle bağıntısı haline gelir. Bedensel devinimin yarattığı boşluklar, varlığa gönderme yapan bir stratejiye işaret eder. Bu hem sanatçı için hem izleyici için bir tür Katharsis etkisi yaratır. Arınma ve zihinsel bir açıklık yaratma etkisiyle tercih edilen “merdiven” metaforu aynı zamanda Şaman kozmolojisindeki axis mundi’ye referans verir. Yapıtın konusu basit bir biçim oyunu değildir. Sanatçının stratejisi de burada kendini gösterir. Biçim ve içeriğin oluşturduğu çözülmez birlik üzerindeki ısrarı, çalışmanın birbirinden ayrı olarak varolamayacak bu iki öğesine yapılan vurguda belirir. Yapıtın biçimi duyulara seslenir. Işık-gölge, figür-soyutlama, renk-desen gibi, duyular aracılığıyla algılanan görsel kodların açımlamaya giriştiği içeriğe, dolayısıyla ‘anlam’ın kavranmasındaki işaretlere de sahip çıkmak Özgül Arslan’ın pratiğinde belirgindir. Sanatçının silerek ortaya çıkardığı ve temelde eylemin işleviyle karşıtlık yaratan bir gerilim içinde vuku bulan imgelerin hüzünlü varlığını sezinlemek zor olmaz. Sanatçının, öznel deneyimlerinden ayıklayıp önümüze serdiği şey, diğer yandan bize ait olan, bizim tarafımızdan sahiplenilen ve sonuçta daha derinden duyumsanan deneyimler halini alır.

Merdivende Oturan, İlk Adım, Merdivende Uzanan Kız ve Merdivenden İnen Biz gibi resimlerde izleyiciyi içine alan bu belirsiz mekanlar, belleğin bir dekoru olmaktan çok zamanı sıkıştırılmış olarak tutan bir kozmostur. Merdivenler, dikey olarak iç ya da dış mekanda aşağıdan yukarı yükselir. Dikeylik yönünde farklılaşma, iki kutup ya da karşıt iki eksen oluşturur. Karanlık ve aydınlık, ışık ve gölge, varlık ve yokluk, geçmiş ve gelecek… kavramların anlamları karşıtları olmadan bilinemez. Anlam, bu karşıtlıklardan doğar. Sanatçının yararlandığı bu çifte imgeyse bizi tam ortada bırakır. Aşağıya bakmaya, anlamaya cesaret eden bir kız çocuğu, bazen kendini şimdiye teslim etmiş hareketsiz bir kadın figürü, ya da kararsızca bir gölge gibi uzakta beliren gizemli bir çift figür olsun, bizi içtenlik alanına dahil eder. Merdiven, bir şimdiye işaret eder kimi zaman karşılaşma alanı kimi zaman da belirsiz bir bölge gibi yitip kaybolan bir sarsıntının mekanı olur. Tüm değerlerin titreştiği sisli bir uzam yaratır sanatçı, olmadığımız bir yerin direnciyle karşılaştırır.

Sanatçının “merdiven” metaforuna dayandırdığı mekansal kurgusunda, resmin düzleminde gittikçe kaybolan insan figürü bir tür yer değiştirme ve yeniden konumlandırma işlevi üstlenir. Bumerang, Kayıp, Merdivenden İnen Sonsuzluk gibi resimlerde neredeyse soyutlamaya varan bu yerinden etme eylemi, temsil edilen figürün mevcudiyetini bir bakıma onu silerek, yok ederek altını çizer. Herhangi figüratif bir resmin yapabileceği kadar figürü, resim düzleminden çıkararak daha güçlü biçimde temsil etmeye girişen sanatçı, silerek ortaya çıkardığı formlarda yaptığı gibi gölgenin içinden ışığı, mekanın içinden figürü kopartarak karşıtlıklardan oluşan bir temsil ağı yaratır. Soyut geometrik formlara doğru yol almaya başlayan merdivenler, izleyiciden ortak olarak kurulmuş bir mevcudiyet çerçevesinde ‘burada’ olma duygusu ile yüzleşerek paylaşılmış bir mekana girmesini ister. İzleyiciye, paylaşılan bir dünyaya adım atması için cesaret verir. Yanımda ki Boşluk ve Merdivenden’de duyumsandığı gibi aynı anda hem suskun hem bozguncudur bu resimler. Neredeyse eylemsi bir sessizliğe sahip olan şiirsel imgeyi sorumluluk yüklenmiş içsel bir olguya, izleyiciyi de labirentin kapalı dehlizlerinde dolaşan meraklı bir araştırmacıya dönüştürür.

Belleğin gölgesinde yitip giden boşlukta, içerde mi dışarda mı olduğunun önemi olmadan, gerçek mekan – hayali mekan arasındaki etkileşimin içinde kalmaya devam edilir. Merdiven enstalasyonunda resimlerin mevcudiyetini yansıtmasına benzer bir strateji izler sanatçı. İzleyicinin geometrik sezgileriyle formları ortaya çıkarır, kontür, çizgi, desen gibi resimsel dilin araçlarına ait ayrıcalıklardan burada da sakınır, imge hiçlik tarafından sınırlanır. Bu nedenle, yüzeye yaklaştıkça, imgeyi kendi katılığı içinde yakaladığımızdan emin olamayız. İmge, kendinin dışına çıktığında varolmaya başlar, mekanı ardında bırakır ve kavranır. Özgül Arslan, düşlerin ışıltısını yerle bir ettiği bu sahnelerle, yaşamsal güçlüklere dair bir ölçüt sunar. Örgü videosunda sanatçı, kızının saçlarını sürekli bir döngüde örerek zaman, hafıza, anı gibi kavramlar üzerinden bireyleri bir arada tutan ‘bağ’lara işaret eder. Sarı saçlarını bir merdiven gibi kullanılan Rapunzel’i anımsatan saç örgüsü, kök salmanın, beklemenin, ilerlemenin, yeniden başlamanın bir döngüsü haline gelir. Sanatçı, çatışmalı, parçalanmış, bölünmüş bir öznellik fikrini, hayali ve gerçek arasında muğlak bir konumdaki figürleriyle yansıtır. Bu, ne melankoliye, ne arzuya ne de diyaloğa yer bırakmadan tümüyle dışarıda cereyan eden içsel bir çatışmadır.

Sanatsal özgürlük, yaşamın itkisi ile ona verilebilecek karşılık arasında duraklayabilme ve bu duraklamada yönünü seçebilme yetisini içerir. Özgürlüğe dayanan yaratabilme yetisi, bilinçten ve bilincin kendi farkındalığından ayrılamaz. Özgül Arslan’ın sanatçı kimliği de, kendini yaratma sürecinde nasıl ilerlediği, umutları, idealleri, imgeleri ve altını kazımaya giriştiği kavramları yoluyla gerçekleştiği apaçıktır. Kendini her seferinde yeni bir gerçekliğin parçası olarak bulmak zorunda kaldığında ya da kendini zamanın yamacında duruyor hissettiğinde varlık kazanan yapıtları, sanatçının yaşadığı/deneyimlediği ve ortaya çıkardığı görünün parçalarıdır. Bu bağlamda “Uzak Kaç Adım Eder!”, Özgül Arslan’ın imgelemi ve izleyici arasında yaşanan güçlü ve canlı bir karşılaşma alanı açar. Sanatçının, kimliğinde yer bulan rollere karşı mesafesini de sorguladığı bu alan, öznel deneyimlerle toplumsal mekanizmaların teşhir edilmesi hatta saklanan bir sırrın ifşa edilmesi gibi çarpışmalar ve kısa devreler üretir.

Derya Yücel
Kasım 2013, İstanbul

SABAHAT ÇIKINTAŞ İLE RÖPORTAJ

s_cikintasOĞUZ ALP DEDEOĞLU:  Resme başlama sürecinizden behsedermisiniz?

SABAHAT ÇIKINTAŞ: Ben alternatif sanat eğitiminden donanımlı sanatçıyım. 1991 yılında değerli hocam Yusuf Taktak’ın önerisiyle (Cihangir’de oturduğum apartmanda komşumdu.) Onun kurduğu Atölye Üçgen’de resme başladım. Bunun öncesinde evde kendiliğimden resimler yapıyordum. Bilinçsizce resmin plastik değerlerinden bihaber olarak… Çok daha öncesine gidersem orta ve lise öğrenimimde tembel bir öğrenciydim ama resimden o zamanki not değerlerine göre en yüksek notu alırdım. Hatta okullar arası yarışmalarda birincilik ödülüm bile var hala saklarım. Elbette 1991 yılından 2012 yılı arasındaki süreçte çok şey değişti. Hiç olmadığım kadar büyük bir değişime uğradım. Bu değişimim ve yapılanmamın yolu resim yaparak, çok çalışarak ve kendime inanarak sanatın önemini idrak ederek geçti ve devam ediyor. Yaşadığım sürece devam edecek. Çünkü sanat çok önemli bir olgudur.

Atölyede sizi bağlayan ve soyutlama ile sanatta ilerlemenizi sağlayan olaylardan bahsedermisiniz?

Sanat başlı başına bir bütün ve içerdiği  şeylerden biri de yaşamın ta kendisi bence. Atölye Üçgen’deki çalışmalarımdan profesyonel tek başıma atölyeme geçtiğimde soyut sürece çoktan geçilmişti. Bir sadelik, renk ve biçim meselem vardı. Gözlemleyerek, deneyerek bir önceki resimdeki değerleri sonraya sonraki değerleri daha sonraya taşıyarak, tual yüzeyini sorgulayarak sürekli  ne yapabilirim, nasıl yapabilirim sorularıyla kavrularak çalışıyorsunuz ve bir an geliyor sorularınız  yüzey üzerine cevabını buluvermiş. Aradığınızı bulana kadar devam ediyorsunuz ama tabi ki yaşanılan tecrübeler bunun hep içinde…

Hem renk kullanımızda hem nesneyi işleyişiniz açısından Resimlerinizde minimal bir görüntü var. Önce rengi sormak istiyorum. Renk seçimlerinde sürece göre diğer işlerinizden (Kırmızılardan) bağımsız mı hareket ediyorsunuz?

Sanat yaşamı fazlasıyla içerir demiştim. Yaşadıklarım, gördüklerim, etkileşimlerim vs. tümü bende fark etsem de etmesem de etkisini üzerimde bırakıyor. Bu nedenle renk seçimlerim birbirine bağlı değil sanıyorum. Örneğin kırmızı serimde bende hiç olmadığı kadar büyük  bir enerji patlaması oldu. Çünkü yaşadığımız dünyada sosyo-ekonomik, kültürel vs. büyük bir patlama var. Kırmız rengin içinde barındırdığı birçok

anlamı var aynı zamanda çok baskın bir renk. Şimdiye kadar kırmızıyı yok denecek kadar az kullanırdım. Ne oldu da tüm resimlerim seri olarak kırmızıya bulandı. Bununla ilgili kendi notlarımda şöyle

bir son satır cümle var: “Kanıyorum…” Elbette çok etkilendiğim durumlar söz konusu, paletim hep kırmızıya kaçtı. “Az’dan Çok” serisinde de bu kez tamamen kırmızıyı terk ettiğimi görüyorum. Morların mavilerin

karışımı tinsel ağır duyguları çağrıştırıyor, içsel arınmaya giderek bunu resim yoluyla az renk az biçimle maviler morlar olarak yüzeye taşımışım. Yalınlık her zaman ilgimi çekmiş, onun peşinde koşmuşumdur.

“Bağıntı-lar” ve ” Az’dan çok ” serileriniz “ilişki ” ve “düzen” kavramlarını akla getiriyor. Bu kavramlar gördüklerinizi mi yoksa görmek istediklerinizi mi temsil ediyor?

İlişki ve düzen ile  ilgili… Sanat da sanki bunun üzerine kurulu değil mi? Her resim ögeleri ilişki ve düzeni içermez mi? V e bu bütüne giden yol değil mi? Elbetteki sanatçı bir şeyler işaret eder; o da bence gördüklerimizin sentezinden yapılanmak ve görmek istediklerimizle geleceği işaret etmek sanıyorum.

Fuarda bizzat tanık olduğum için soruyorum. Minik tualler üzerine yaptığınız kolaj çalışmalara ilgi büyüktü. O çalışmalarınızın yapım aşamasından bahseder misiniz?

Evet onlar en yeni işlerimden. Ama çok uzun süren bir olgunlaşma evresi geçirdi bu çalışma. Tek parça küçük tualler sonunda büyük bir bütün oluşturdu. Elbette kesip  biçim vermeyle yoğruldu ve çabam kolajda da renk ve biçimi yine en aza indirmeydi. Kolajda da bunu göstermek istedim.

Son serginiz “Arka Oda”da ise bambaşka bir konu üzerine eğiliyorsunuz. Bu sergi fikrinin oluşum sürecinden bahseder misiniz?

Tabi… Resimlerime analitik bir bakış açısıyla baktığım ve böyle yaptığım için bu kez de resim yapma eylemini de dahil ederek sorguladığım bir durum. Elbette bu sorgular hep devam edecek. Bu sergim ilk bakışta bambaşka bir konu gibi algılansa da yaptığım işten hiç bağımsız değil, tam tersi içinde bir durum. Resim yapma eylemimin içinde saklı olan, aslında sergimin de başlığından anlaşılacağı gibi bir “ARKA ODA”dır: Görünmeyen, göz ardı ettiğimiz, önemsemediğimiz yerdir yalnız her yapıtın bir arka odası vardır. Bu bağlamda; Resim yapma eylemimde oluşturduğum kareleri maskeleme bandıyla boyarken, her boyama işlemi bittiğinde bantları karelerden ayırdığımda ve hiç önemsemeden duvara yapıştırdığımda, bantların o halleri her zaman dikkatimi çekmişti. Kendiliğinden oluveren doğal görselliği bu kez büyüteç altına almaya karar verdim. Buradan yola çıkarak, bantlarda her defasında boyadığım karelerden her fırça darbesinden bulaşan boyaları, o yakalayamadığımız göremediğimiz AN-LAR olarak kabul ettim. Bu göstergeyle birlikte değişim-dönüşüm ve zaman kavramı her zaman ilgi alanım olduğundan bunları nasıl bir değişimle tekrar var edebilirim düşüncesiyle devam ettim. Her resmimin içine dahil olan sonra da çıkan bantları saklamaya başladım. Böylelikle projem başlamış oldu.

Sergide kullandığınız malzemeler de ayrı bir önem kazanıyor, ne tür malzemeler bunlar?

Her şey doğallığında dahil oldu. Yukarıda bahsettiğim gibi önce
bantları saklamak için onları çok önemseyerek onları adete bir anı nesnesi gibi paketleme naylonu üzerine tek tek itinayla korumaya aldım. Fotoğrafladım. Her resim bittiğinde bu uygulamayı sürdürdüm. Böylece paketleme naylonu da dahil olmuştu. Bu şekilde iki yıl içinde bunları biriktirdim. Daha sonra dönüştürme sürecim başladı. Bu kez tekrar naylonlardan sökmeye ve onları sanat nesnesi olarak hayata geçirmek üzere çalıştım. Böylece durumlarını artık önemsenmeden sürdürmek değil, sanat nesnesi olarak sonsuza kadar sürdürmek olacaktı. Naylonları kullanmak benim için çok yeni değildi 1996 yılında da bu malzeme üzerine işler üretmiştim. Bu bağlantıyla bu ürettiklerim de o zaman dilimime göndermelerde bulunacaktı. Yaptığım işleri uzun yıllar pleksi kutu içinde sunmuştum. Burada da pileksi bildiğim yabancı olmadığım bir malzemeydi. Bantlarla olan işlerimi pileksi ile kutuladım. Bunlar pileksiyle farklı bir yansımayla sergime dahil olacaktı. Bantların en ufak bir parçası bile açığa alınmadı bu eylemde o zamanda ne varsa hepsi dahil oldu. Böylece naylonlar da zaman içinde kutu içinde yer aldı ve kutu da içeriğe dahil oldu. Ve bu kutudaki özellikle boş olarak bıraktığım alan arka oda, uzamda dördüncü boyut diye bilinen zamanı, alanı kutulara bölünmüş galeri mekanının zaman dilimiyle birleştirmek istedim: Sanatçı, imgelediği ARKA ODA’sını galerinin zaman dilimiyle birleştirerek geçmişden bir oda dahil edecekti. Bantların fotoğraflanmış anlık durumları ise karanlıkta duvara projeksiyonla yansıtılarak galeri arka odasında misafir olacaktı.

Sergideki her şeyin bütünsellik içinde olmasına dair bir titizliğiniz var, bu sefer somut bir şekilde kendinizi de bunun içerisine ortak etme düşüncesindesiniz sanırım?

Bu sergimde dediğim gibi geçmiş anları, zaman kavramında ARKA ODA diye tanımlıyorum. Bu kez çok eski yıllara giderek resim yapma eylemimde geçmişden bir ARKA ODA’yı daha sergime taşıyorum. Bu, 1991-2003 yılları arasında (Sevgili Hocam Yusuf Taktak’ın kurduğu Atölye Üçgen’de) üzerinde sürekli resim yaptığım ve her zaman koruma altına aldığım, sakladığım, resim yapma eylemimin o anlarının izlerini de sergime dahil ederek bu güne taşımakla da hem bir heyecan hem bir burukluk da yaşıyorum. Evet, sergimde bir bütünsellik söz konusu; galeri mekanı içine ben de dahil olarak bir bütün teşkil edilecek. Galeride giyeceğim giysi, iki yıldır sakladığım paketleme naylonundan oluşuyor. Bu naylonun üzerinde bantların her durumunun fotoğrafları ve renk aramalarımda eskiz fırça darbelerinden oluşan 2011-2012 yılına ait kendiliğinden görsel kâğıt parçaları var. Aslında bu giysi geçmiş, şimdi ve geleceği birlikte taşıdığım bir giysi haline dönüşüyor. Sonuçta bu sergimde sanat için atılan her bir çizginin zamansızlığına da işaret ediyorum. Zaman kavramı içinde, değişim ve dönüşümde de bazen dönüp arka odalara bakmak gerektiğini vurgulamak istedim.