Sabahat Çıkıntaş, birlikte uzun süre vakit geçirdiğim, sanata dair uzun konuşmalar yaptığım ve bu süreçte yakından gözlemleme olanağı bulduğum bir sanatçı. Onun sanat üretme koşullarını ve üretim aşamalarını yakından izleyen bir eleştirmen olarak bir tespitte bulunmam gerekirse öncelikle şunları söyleyebilirim. Sabahat, resimlerini, enstalasyonlarını, videolarını içsel dünyasının süzgecinden geçirdiği bir matematikle yapıyor. Biz izleyiciler elbette sonucu görüyoruz. Yaptığı geometrik soyutlamaların rasyonel bir matematikle ortaya çıkması, üretiminin arka planında da rasyonel-bilimsel bir yaklaşım aramayı gerektirirken Sabahat’ın resimlerinde tam tersi bir durumu görüyoruz.
Duygusal bir arka plan…
Geçmiş, hatıralar, yaşanmışlığın verdiği burukluk ve hafızada yer tutan anılar, sisler arasından çıkıp gelen, son derece yoğun duyumsamalar onun geometrik soyutlamalarının arka planını oluşturuyorlar.
Resmin arka planında bunca yoğun duygu durumunun bulunması bana oldukça şaşırtıcı geldi. Sanatçının yaptığı tasarımların her biri geometrik soyutlamalar üzerine kurulu ancak bu tasarımların her birinin kendince bir hikayesi var. Buna karşın, ortaya çıkan resim, hikayesi olmayan, soyut bir resim.
Duygu durumlarını, espas içinde dolaşan bir enerji dolaşımı olarak gören sanatçı, geometrik soyutlamaları, eski buluntulardaki yaşam izlerini, kağıt ve boyalarla yaptığı kolajlarda bulduğunu söylüyor. Renkler arasında kuvvetli kontrastlarla tabakalaşmış boya katmanlarının hareketi ve ritmi, geometrik soyut kompozisyonlarda, doğayla bütünleşen sanatçının bellek izlerini yansıtıyor.
Zaman ve varlık ilişkisi….
Sanatçı, bir önceki sergisinde zaman kavramına odaklanırken “de-şif-re” başlıklı bu sergisinde “zaman ve varlık” kavramına yoğunlaşıyor. Kendi yaşamından onun için önemli olan bir zaman kesitine zoom yapıyor, 1998-2009 yılları arasında zorunlu olarak çalıştığı 15 m2lik ofisin penceresinden baktığında apartman boşluğunu görüyor. Orada, atıl olan kağıt, plastik ve metal obje yığınından başka görülecek bir şey yok. Ancak pencereden dışarıya açılan tek mekan olan bu boşluğa her baktığında başka bir şey görmeye başlıyor. Gördükleri onun için “atık yığını manzarası”nın dışında bir konstrüksiyona dönüşüyor.
Her sıkıldığında, hapsolduğu o ortamdan kaçmayı her düşündüğünde, açtığı pencereden gördüklerini fotoğraf makinesi ile çekiyor. Bu fotoğraflara yıllar sonra baktığında gördükleri, kendi geçmişinin bir dönemine ait orada bulunmuşluğunun, huzursuz hissedişin varoluşsal sessiz tanıkları oluyorlar. Sanatçı bu fotoğrafları bir araya getiriyor ve 1998-2009 yılları arasında geçen zamanın tek tanığı olan bu fotoğrafların, geçmiş anların donmuş kanıtları olan görüntüleri üzerine boya müdahaleleri ile yerleştirdiği kare biçimlerle kompozisyonlar oluşturuyor.
Hep sorgulanan, “zaman ve varlık” ilişkisi Sabahat’ın resimlerinde de sorguladığı en temel kavramlar olarak kare üzerinden okunabiliyor.
Kare, Sabahat’ın sanat üretimlerinde en temel, en vazgeçilmez biçim olarak karşımıza çıkıyor. Resimlerinin en temel arketipi olan kare, Pisagor’a göre “ateş-hava-su-toprak” gibi evrenin en temel dört elementinin simgesi.
Evrenin enerjisine inanan Sabahat için Pisagor’un elementleri evrenin en temel elementleri olması bakımından önemli. Bu nedenle kare, O’nun resimlerinde nesnelerin hem zihinsel olarak hem de görünür dünyada bir imge olarak varlığını sürdürebildiğinin bir kanıtı gibi.
Kare üzerinden yaptığı biçimsel soyutlamalar sanatçının öznelci ve ifadeci bir tavırla gerçekleştirdiği kompozisyonlarında resim yüzeyini bölen, parçalayan, bazen de tümleyen çerçeveler olarak, onun kozmos içinde evrenselliği aradığı neoplastisizm olarak ortaya çıkıyor. Kare, nesneler dünyasının sembolik durumlarını temsil ediyor.
Sabahat, sezgileriyle sanat üreten bir sanatçı. Üretimlerinde etkilendiği ve resimlerinin arketipinde yer alan varlık ve zaman sorunsalı, O’nun tüm sanat anlayışının bir özeti olarak okunabilir. Kare biçim üzerinden ifadesini bulan varlık ve zaman kavramları, sanatçının yaşadığı duygu durum halini; geometrik soyutlamalar, imgeler yoluyla, görsel dünyanın olanaklılığı içinden ifşa ediliyorlar.
Kare, bir sanat nesnesi olarak, sanatçının yeni duyu alanlarının tanıklığıyla yeniden kurulan, yeni nesnelliğin kılıfı içinde yeniden var edilen, alımlayıcı ile iletişime geçerek bu kez de alımlayıcının duyu alanları içinde yeniden varolan bir sürecin öznesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu geçişler sırasında meydana gelen zamansallıkta, zihinsel olanla gerçeğin görüntüsü aynı anda varlığını sürdürüyor.
Belki de sanatta somut olan bir şey yok. Ne zihnimizde, oluşan duygu durumu somut, ne de onların algımızda, imgeye dönüşmüş geometrik halleri somut. Anlık olanın geçiciliğinde neyin kalıcı olduğunu söyleyebiliriz ki belleğimiz dışında.
Varlığın zamanla metanetli ilişkisi…
Resimlerini yaparken yegane metot olarak kabul ettiği; içsel dünyasının dışavurumu bir anlamda sezginin şuurlaşması olarak karşımıza çıkıyor. O’nun resimleri öznelci ve ifadeci bir tavırla, kozmos ile uyumlu olarak gerçekleştirdiği, evrenselliği aradığı bir yol.
Sabahat’ın resim yapma süreci birçok sanatçıdan farklı. Kendi oluşturduğu dünyanın dengeleri ve enerjisi var. En çok da evrenin enerjisine olan inancı ve bu enerjinin rehberliğinde resimlerini yapıyor olması hayli egzotik. Sebahat’ın büyük bir tutku ve inanç ile sanat ürettiğini görmek bana Seraphine Louis’in resim yapma biçimini hatırlattı. Seraphine’in iç sesini dinleyerek, resim yapma tutkusunu Sabahat Çıkıntaş’da gördüm. Seraphine’in çok dindar bir kadın olması ve resim yapma emrinin göklerden geldiğini söyleyerek huşû içinde tutku ile resim yapması dinsel bir ritüeli yerine getirircesine iç huzuru bulmasını Sabahat’da da gözlemlemek mümkün. Resimlerini yaparken kendisine terapi gibi geldiğini ve ruhunun rahatladığını, kendisini huzur içinde hissettiğini söylüyor.
Çıkıntaş’ın yapıtları, kozmos ile uyumlu olarak gerçekleştirilmiş bir yapıda, karşımıza çıkıyor ve evrenselliği arıyor. Form anlayışı, resim yüzeyini bölen çerçeveler ve onun doğadaki yeni arayışları, Neoplastisizm’in önemli temsilcisi Piet Mondrian’ın, kareler formunu çağrıştırıyor. Sanatçının resimlerindeki denge ve kontrastlar, bilimsel ve rasyonel bir anlayışla, yaşamın felsefesini, hayata geçirmeyi hedefliyor.
Sabahat, geçmişin önemli olduğunu, ayak izlerinin geçmişin izleri olduğunu ve sanat üretmenin kendisinden bir iz bırakmak olduğunu düşünüyor. Sanatçının yolda olduğunu, yürüdükçe yol aldığını, yol alırken de durup geriye bakmanın geçmişiyle hesaplaşmanın önemli olduğunu vurguluyor.
Sanat üretme bir görüntü deneyimi. Sabahat’ın üretimlerinde sanat, dış fiziksel etkilerle sanatçının iç kuvvetleri arasındaki etkileşim sonucunda ortaya çıkan bir faaliyet. O, dış etkileri kendi içinde ele alıyor, özümsüyor, kurguluyor ve yeniden biçimlendiriyor. O’nun resimlerinde, dış etkilerin neden olduğu fizyolojik ve psikolojik tepkiler, imgeler yoluyla kendi anlamını buluyor. Plastik dil oluşturma diye adlandırdığımız bu deneyimin fiziksel temellerini oluşturan dış optik etkiler ve çevresel etkilerin bütünleştiği iç etkiler, kendi değer hükümleri içinde faaliyet gösteriyorlar. Ancak dışarıdan gelen etkiler, sanatçının iç görüsü ve duyumları ile düzenleniyor. Her deneyimde dış değer hükümleri, iç değer hükümlerinin bir parçası haline dönüşüyor. Sabahat’ın resimlerinde yer alan duygusallık, geçmişin izleri ve duyumları, iç değer hükümlerinin bir parçası olarak plastiğin olanakları içinde, dış değer hükümlerine dönüşüyor.
Sabahat, sezgileriyle sanat üreten bir sanatçı. Üretimlerinde etkilendiği ve resimlerinin arketipinde yer alan varlık ve zaman sorunsalı, O’nun tüm sanat anlayışının bir özeti olarak okunabilir.
Sabahat’ın sanat üretimlerine resimleri üzerinden baktığınızda “klasist modernist” bir yerde duruyor. Ancak yaptığı enstalasyonlar ve kostümler ile ise postmodern bir yerde duruyor. Kostümdeki kare şeklindeki aynalar ise bakanı içine alan iç-dış, ben-öteki kavramlarına gönderme yaparken izleyici de sanata dahil ediyor, izleyici kendisini parça parça orada sanatçıda görüyor. Böylece parçalar bütünle, bütün de parçayla değişimini gerçekleştiriyor.
Sabahat Çıkıntaş’ın işleri, yaşamıyla aynı paralel süreçte gelişip olgunlaşıyor. Bu onun sanat yapma biçimi. Bu nedenle kendini ve yaşamından kesitleri de üretimlerinin bütününde görmek mümkün. Örneğin sergide kendi tasarladığı kostümü giymesiyle kendi varlığını sanatıyla bütünleştiriyor.
Sabahat Çıkıntaş, “de-şif-re” sergisi için kendisine bir kostüm tasarladı. Tasarladığı kostümde simge olarak kullandığı renklendirilirmiş muhtelif rujlu dudak imgeleri kullandı. Bu imgeler, gülen, mutlu ifadeleri yansıtan dudaklar. Konuşan, gülen bu dudak imgeleri, kendisinin o günlerde, konuşmak isteyip de konuşamadığı anlarına ironik bir gönderme yaparken, tüm konuşamayan, kendisini ifade edemeyen kadınlara da referansta bulunuyor.
Elinde tuttuğu kağıttan gül demetinin siyah olması tüm renkleri içine çeken siyahın hüzün tarafı. Sanatçıya göre, siyah gül demeti, hüznü simgelese de aynı zamanda yaşamın hem madde hem de ruh tarafıyla ilgili bir metafor. Kostümünü tamamlayan son parça ile genç kızlığına gönderme yapıyor. Genç kızlığında işlediği kanaviçe çarşaf, kenar bordürü olarak sanatçının sergisinde giydiği kostümün sırtından aşağı doğru sarkan bir bölümü oluşturuyor. Bu kanaviçeli parça, sanatla uğraşmadığı günlerin çok gerilerde kalan bir anı nesnesi olarak sergide yerini alıyor.
Sabahat’ın işleri, yaşamıyla aynı paralel süreçte gelişip olgunlaşıyor. Bu onun sanat yapma biçimi. Bu nedenle kendini ve yaşamından kesitleri de sergi içine katıyor, sergide kendi tasarladığı kostümü giymesiyle kendi varlığını sanatıyla bütünleştiriyor. Böylece tam ve bütün olarak, görünen ve görünmeyen, algılanan ve algılanmayan yanlarıyla içsel sezgilerini, duyumlarını “de-şif-re” etmiş oluyor, dudak hareketlerinden oluşan videosu ise kesik kesik heceler şeklinde serginin tematiği olan “de-şif-re” repliğini heceliyor.
Lütfiye BOZDAĞ